DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Zaman içerisinde Türkiye’yi esir almış bir ara rejime dönüşen iktidarın ortaya çıkardığı tabloyu artık ‘yönetememe krizi‘yle falan açıklamak çok zor, hatta bir süredir imkansız. ‘Burnumuza kadar kakaoya battık‘ aşamasını geride bırakalı epeyce oluyor, artık burnumuzu oksijenle buluşturabilmek için var gücümüzle zıplamamız gerekiyor, bazen o bile yetmiyor.
Geçtiğimiz haftalarda aralarında benim de bulunduğum birkaç köşeci, Marmara Denizi’ni kaplayan müsilajla ülkenin mevcut durumunu bir analojide birleştirmişti hatırlarsanız. Yazımın ardından yalnızca bir hafta geçti ve şu son bir haftada olanlara bakarak müsilaja haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Zira başbaşa kaldığımız, deniz kirlendi diye artan fiziksel bir atık değil, o denizi kirleten kimyasalın ta kendisi.
Şu son bir haftada olan bitenler, normal bir ülkeyi bir hayat boyu depresyona sokmaya yeterdi muhtemelen. Ülkenin büyük şehirlerinden birinin göbeğinde, paramiliter eğitimden geçirilmiş bir ülkücü terörist, kapısının önünden uçarak geçen kuşun bile şeceresini fişleyen polisin gözünün içine – yaptığı keşif gezilerini de sayarsak kim bilir kaçıncı defa- baka baka bir siyasi parti binasına girdi ve katliam yaptı. Dışarı çıktığında, o polislerin şefkatine nail oldu, adeta bir kahraman gibi. Biraz kinayeli bir twit atanların tanışma şerefini yaşadığı uzun gözaltı süreleri, faşist caniye layık görülmedi, ham-hum-şaralop bir soruşturmadan hızlıca geçirilip, savcılığa sevk edildi tosuncuk. Ne Suriye’deki cihatçı insan kasaplarıyla bağlantısı kurcalandı doğru dürüst ne de katili binaya salıp akşamına olay yerine gelen HDP milletvekillerine efelenen polisler açığa alındı.
Türkiye’nin çok pis bir huyu var. Olan hiçbir şeye şaşıramıyoruz ama yine de gayri ihtiyari hayret ediyoruz. Gözü dönmüş sağcı bir militanın elini kolunu sallaya sallaya katliam yapıp, ‘vazife dönüşü‘ pamuklara sarılmasının tarihi Cumhuriyetimizin tarihinden geriye gidiyor. Ülkemizde sağcı katil övgüsü, kulaklara az ötedeki inşaattan gelen istikrarlı bir hızar sesidir adeta. ‘Bu ne lan?’ ile kanıksama arasında turlar atarsınız hayatınız boyunca. Deniz Poyraz’ın katledilmesi, bu coğrafya için sır değildir kuşkusuz, herkes neyin niye öyle olduğunu bilir. Mesele, midemizin bunu nereye kadar kaldırabileceğidir.
Hayret ediyoruz derken, hayretin de sınırları var elbette. Mesela öldürülen bir Kürt kadınıysa, öyle uluorta çok fazla da hayret etmek caiz değildir pek. Usulünce kınanır, diğer kınanmışların arasına, arşive kaldırılır. Mesela Deniz Poyraz’ın katledildiği gün, ölüm yıldönümü olan ve hayatının ciddi bölümünü CHP’ye karşı siyasi şiddeti beslemekle geçmiş Süleyman Demirel, kahvaltısını ederken kontrgerilla saldırısına uğrayan genç bir kadından daha çok iltifat gördü o gün, ‘aslan sosyal demokrat‘ belediye ve milletvekillerinin aslan sosyal medya hesaplarından. Devletin kendisi gibi, devletperverlik de bir gelenektir, zira milliyetçilerin katliam yaptığı gün, Maraş katliamından sonra “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyen Süleyman Demirel’i sitayişle anmak gerekir. Aslan sosyal demokratlara da ‘sağcılar cinayet işliyor‘ dedirtemezsiniz, sonra maazallah ittifak ortakları küser. CHP’li Mehmet Zeki Tekiner’i 1980 Haziran’ında katlettiren adamı CHP teşkilatının da katıldığı bir törenle il başkanı yapan iş ortakları.
‘Kimse kusura bakmasın rejimi’
Ülkenin içine işlemiş nefret iklimi ve onun kanıksanması, kendini tek bir şekilde gösterecek değildi kuşkusuz. Bütün ülkenin rahatsız edip de başına bela almamak için parmaklarının ucuna basarak yürümeyi alışkanlık hâline getirdiği devletlümüz, herhalde o gün danışmanlardan birinin televizyonun sesini fazla açmasına sinirlenmiş olacak, alayımıza müziği belli bir saatten sonra yasak etti. İlk seçimde her bir şeyleri tastamam tertemiz edecek muhalefet, yine arsızca sandığı işaret edip, ‘seçimden sonra müzikli after party vuuuhuuu…‘ zevzekliğine vurdu işi. Peki seçimden sonra ‘sabahlar olmasın‘, seçime kadar ne edilecek? Onu da kendisinden önce seçim, sonra da belediye idaresinin ciddi bir kısmı gasp edilmiş Şehr-ül Emin Ekrem Paşa buyurdu, o zamana kadar kulaklık takaymışız! Mazallah üstteki örnekteki gibi deşarjür yasaklanmış olsaydı, Ekrem başkanım herhalde hepimize yatağımızın baş ucunda dursun diye boş Hamidiye pet şişeleri dağıtacaktı, haşmetmeaplarını rahatsız etmeyelim diye. Bir kişinin kendisi rahatsız olmasın diye herkesi keyfince rahatsız edebildiği ‘kimse kusura bakmasın rejimi‘nde, muhalefeti de içimizden, küçük harflerle yapmak makbuldü.
LGBTIQ+ alerjisi
Vapurlarımızın şahanesi rahmetli Burhan Pazarlama’nın dediği gibi, ‘Bitti mi, bitmedi‘. Siyasi cinayet ve keyfi yasak alana, bir de kel başa şimşir tarak veriyoruz. Ülkücü caniyi sarıp sarmalayan Emniyet teşkilatımızın şefkatini cümle aleme göstermesi bu kadarla bitecek değildi kuşkusuz; bir de ölçüsüz şiddet gösterisi gerekirdi ki kimin şefkat, kimin sille tokat göreceği iyice belli olsun.
Devletlimizin Gezi’den beri artarak süregelen LGBTIQ+ alerjisi -ki memleketin sağcı ve gizli sağcısına yönelik etkili bir köpek ıslığı olduğu da anlaşılmıştı- bir zamanlar yüz bini aşkın kişinin katıldığı Onur Yürüyüşü’nün köküne kibrit suyu ekmişti. Eşcinsellik gibi onur da ‘yok ol‘ deyince yok olmadığından, yürüyüş her sene şekil değiştirdi, bu sene de oturuşa dönüştü. Bildiğin piknik yani. Onur Haftası’nın derdi insanlara ‘ne yalnız, ne de yanlış’ olduğunu hissettirmekti. Lâkin asla ve kat’a AKP’nin maaşı vergilerle ödenen ilçe başkanları gibi çalışmayan kaymakamlarımız, kendi alerjilerini geliştirip, önce Adalar’da, sonra Şişli’de yasak koyuverdiler.
Biliyorsunuz Türkiye’de dükkanın başını her daim iki kardeş bekler; biri yasak, diğeri dayaktır; yasak dükkanı açar, dayak hesabı keser. Bu yasağın ardından da dayak geldi tabii. İzmir’deki gözü dönmüş katili ‘ismin ne abicim?‘ diye kollarına alan emniyet teşkilatımız, Maçka Parkı’nda birkaç saatliğine eşit ve özgür yurttaşmış gibi hissedebilmekten başka derdi olmayan bir grup insanı, öyle ismini filan sormadan, yerlerde sürükleye sürükleye dövdü, bir Boğaziçi öğrencisinin de kolunu kırdı. İnsanın diyesi geliyor polislere, bari kendini rektör zanneden Melih Bulu’nun kendi akademik kapasitesine paralel olarak kendin-pişir-kendin-ye tesislerine çevirdiği üniversitenin öğrencisini darp etmeyeydiniz, haftasonu mangala geldiğinizde ayıp olmayacak mı?
Üzerinde, daha önemlisi ruhunda ‘gökkuşağı var‘ diye uluorta darp edilen insanları sırıta sırıta izleyip, ‘biz böyle iyiyiz‘ diyen sakinleri de vardı parkın, tıpkı kendi ağzının tadı kaçmasın diye susanlar olduğu gibi. Kimler mi, mesela Onur Yürüyüşleri, PR takvimlerinde ‘yasadışı eylem‘ değil ‘event‘ olarak yer alırken, soluğu Taksim’de alıp, sonradan Emine ablasının elini öperek nedamet getiren şarkıcılar. Sonra, Onur Yürüyüşü caizken logolarını gökkuşağı yapıp, polis abileri kızmaya başladığında o logoları shift+delete ile yolculayan belediyeler. Yaşam tarzı muhalefetinin de bir sınırı vardı neticede, hem her derde deva ilâhi sandık geldiğinde, oylarını almaya talip oldukları şeriatçı ve faşist seçmenlere nasıl açıklarlardı herkes için eşit yurttaşlığı savunduklarını?
Ezcümle, nefes alamıyoruz hocam. Bir çığlık atasımız geliyor; hemen baba devlet kemerini çıkarıyor, anne muhalefet, parmağıyla bize ‘sus’ yapıyor. Hayatımız boyuna örselenmeyelim diye kaçtığımız disfonksiyonel Türk ailesi, tüm ufkumuzu kapladı, mahallesi ve aralık perdeden bütün mahalleyi kesen, astığı astık kestiği kestik hacı amca ev sahibiyle beraber. ‘Taşınalım‘ dersen semt peşinden geliyor, çare değil. Sanki Kavafis’in ‘Bu şehir arkandan gelecektir’i ile ‘Barbarları Beklerken‘i iç içe geçmiş gibi…