2002’de AKP’nin seçimi net bir şekilde kazanmasının ardından gelen Kemalist ya da ulusalcı ya da Batılılaşmacı –her neyse adı– tepki, bu ayrımın bu toplumda ne kadar köklü ve belirleyici olduğunu gösterdi. Ama aynı zamanda, sınırlı ölçekte de olsa, sözkonusu iki ucun bazı temsilcilerinin birtakım ciddi konularda da birbirlerine yakın düşünceler üretebildiğinin işaretleri görüldü. Bu yaklaşmanın zemini “demokrasi” mücadelesiydi.
Bu sınırlı süreci sona erdiren, Tayyip Erdoğan oldu. Karar anı da, hep bildiğimiz gibi, Gezi direnişidir. Ancak, bence o direniş böyle bir kararın oluşmasının değil, uygulamaya konmasının vesilesidir. Tayyip Erdoğan (onun sözcüsü ve temsilcisi olduğu zihniyet ya da siyasî çizgi) böyle bir yakınlaşmadan hoşlanmıyordu. Erdoğan’ın ideolojik cephesini meydana getirenlerin bazılarının bu yeni politikaya nasıl dört elle sarıldıklarını görmek, yakınlaşmadan tedirgin olanların hiç de az olmadığını ortaya koyuyor.
Bence yanlış, uzun vadede çok zararlı bir politika bu. “Ulus” diyenlerin “millet” diyenleri, “millet” diyenlerin de “ulus” diyenleri boğazlamaya her an teşne olduğu bu toplumsal ortamda, bu politikanın anlamı “ateşle oynamak”.
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey, “kazamat” değil.