
MURAT SEVİNÇ
İki gün öncesine dek iktidar namzeti olduğu düşünülen partinin lideri, TV ekranında cumhurbaşkanı adayı olabileceğini söyleyen bir ekran gediklisini aramış, üstelik reklam arasında. İnternette iki dakikalık bir görüntü seyrettim, telefon konuşmasından sonra nasıl heyecanlandıysa, mülayim bir ses tonuyla hayatını anlatmaya başlamış ve durup dururken “Bayrak inmez” filan diyor adamcağız. Allah vermesin, böylesine gülünmez ancak ciddi bir ifadeyle de seyredilemiyor bu ‘kazanacak’ adayın performansı. Bir diğer partinin genel başkanı da, yeni dahil olduğu ittifakı telefon mesajıyla terk etmiş. Şu son birkaç günde olup biteni senaryo haline getirseniz inandırıcı bulunmaz. Memleket, siyaset gurusu siyasetçilerin maharetiyle, sevgili Murat Menteş’in fantastik romanlarındaki kurgu kadar garip bir hal aldı.
Her şey bu kadar saçmaysa, olabildiğince gözlemlemekte, sakin kalıp az konuşmakta yarar var kuşkusuz. Yapılacak her değerlendirme bir saat sonra yanlışlanabilir. Yaşananların ayrıntısına dair, eğer bilgi yoksa, yorum adı verilen faaliyet falcılığa döner.
Hal böyleyken iri sözler edecek değilim, zira benim kulis bilgim karşı komşum, sitenin özel güvenlikçisi ve bakkalımızdan ibaret. Fakat hâlihazırdaki sistemde her ne oluyorsa, işin eninde sonunda maddi ilişkilere bağlanacağını tahmin edebilecek yaştayım. Türkçesi, eğer müteahhit lobisinden olsaydım, yıllardır kamunun sırtından akıl almaz kazanç elde etseydim, hele ki Türkiye’de ve Suriye’deki yıkımın ardından milyarlarca dolarlık imar faaliyetine dair beklentim bulunsaydı, ‘beşli çete’ ile hesaplaşacağını vadeden Kılıçdaroğlu’nun adaylığını hiç istemezdim.
Burada, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkanların bir tek gerekçesi var, demiyorum tahmin edilebileceği gibi. Kimse kimseyi beğenmek zorunda değil. Dediğim, şu aşamada Kılıçdaroğlu’nun adaylığına bu şiddette (ilk kez duyuyormuşçasına!) karşı çıkmanın başat gerekçesi, yalnızca ‘kazanır-kazanamaz’ endişesi ya da ‘dayatıldı’ itirazı olamaz, bu iddialar fazla çocuksu kaçıyor.
Ayrıntıya hâkim değilsen, yorumuna güvendiklerine referans vermelisin. Ali Duran Topuz bir yazı dizisine başladı konuya ilişkin, biraz sinirli biraz sakin, uzunca ve umutlu yazıyor. İkincisini bırakayım, siz oradan ilkine gidersiniz. Ünsal Ünlü arka arkaya yayınlar yaptı ve özellikle ‘müesses nizamın’ Kılıçdaroğlu’ndan rahatsızlığı vurgusuna yürekten katılıyorum. Altan Sancar’ın Diken’de yer alan ‘yumuşak-sert geçiş’ ihtimalleri üzerine değerlendirmesini de önermek isterim. Bizim vatan-millet sevdalısı, yüreği ülke ve insan aşkıyla yanıp tutuşan müteahhitlerin konumunu vs. gayet güzel özetlemiş. Bir de Kemal Can’ın ‘Akşener’in intiharı kimi öldürür?’ başlıklı yazısı.
Yazının asıl konusuna gelirsem…
Genel ve eşit oy, çok önemli icatlar. Genel oy herkesin oy hakkına sahip olmasını, eşit oy herkesin yalnızca bir oy sahibi olmasını anlatır. Kadınlar hariç genel oy hakkı ilk kez Fransa’da, Napoleon Bonaparte’ın yeğeni Louis devrinde 1848’de tanındı. Çünkü işçilere karşı tutucu köylü yığınlarının vereceği oya gereksinimi vardı. Burjuvazinin talebiydi genel oy ve nitekim geçmiş 170 yılda bir-iki istisna dışında her zaman burjuvazinin çıkarına hizmet etti. Eşit oyun kabulüyse daha uzun zaman aldı. Demokrasinin beşiği İngiltere’de dahi eşit oy ilkesi 1948’de kabul edildi. O yıla dek bazı kişilerin birden çok oyu vardı. Bir başka deyişle, “Ne yani, şu adamla benim oyum bir mi” endişesini aşmak kolay olmadı tarihte. Gel gör ki, hocamız Mümtaz Soysal’ın 1988’de, kürsüdeki ahşap koltuğun kolçağına yaslanmış yarı ayakta hali ve sakin üslubuyla dile getirdiği, “Demokrasinin en büyük erdemi, profesör Mümtaz ile dağdaki çoban Mehmet’in bir oya sahip olmasıdır” deyişi, hâlâ hatırımda.
Öyle tabii. Çok haklıydı Hoca.
Muhterem okur,
deprem günlerinde bunca üzüntünün, kaybın, acının ortasında, enkazdan insan bedenleri toplanır ve bir kısmı moloza karışırken bize bunları yaşatanlara, şu moral bozukluğunun müsebbiplerine rağmen seçimi kazanacağımızdan kuşku duymayın. O siyaset esnafının da bizlerin de bir oyu var. Sakın unutmayın. Sakın canınızı sıkmayın. Sakın umutsuzluğa kapılmayın. Mutlaka kazanacağız. Yaşamlarımızı müteahhitler ve muhteris siyaset esnafı değil, biz inşa edeceğiz.
Dilerseniz haber filan okumayın bir süre, çıkıp açık havada yürüyüş yapın ve bir oyunuz olduğunu çıkarmayın aklınızdan. Partiler babamızın malı değil, onların ıvır zıvır çıkarları, saçma sapan pazarlıkları ve hırsları bizi ilgilendirmemeli; hayat bizim hayatımız, çoluk çocuğumuzun hayatı. O sandık, günü gelince olması gereken yere konulacak ve halk memleketine, yaşamına sahip çıkacak. Yeri gelmişken, özellikle şu seçim geçene dek, insanın umudunu ve enerjisini soğuran ‘Ne yapar eder kazanır’ korosundan uzak durmaya kararlıyım, size de tavsiye ederim. Onların meşgalesi bu, günü geldiğinde “Ben demiştim” diyebilmek için yaşıyor gibiler. Ola ki muhalefet kaybederse kendilerine birer madalya takdim edilir, huzura kavuşurlar. Ama şimdi olmaz, başka kapıya.
Bir oyumuz var, onun değerini bilelim. Seçmenin geleceğiyle oynamaya yeltenen her kimse, hak ettiği yanıtı alsın, tarihimizde daha önce görüldüğü üzere. Masada altı kişi mi olur, beş kişi mi olur, bekleyip göreceğiz. Yinelemekte yarar var, kazanacağız. Muhalefet partileri değil, biz kazanacağız seçimi, halk. Ve birlikte, insan gibi yaşayacağız. Bu memleket bizim, evine ekmek götürme derdine düşmüş milyonların. Ne gözünü kâr hırsı bürümüş müteahhit kılıklıların, ne de Beyaz Toros ve Jitem övgüsü yapmaktan utanmayan ayrımcı, ırkçı faşistlerin.
Yazı önerisi: Prensip gereği kendi yazılarımı önermiyorum, ancak bu kez affınıza sığınarak ve konuyla ilgili olduğu için, seçim tarihimiz üzerine Ayrıntı Dergi’de yayınlanan kısa makaleyi ilgilenecekler için buraya bırakıyorum.