MURAT SEVİNÇ
Minik minik minik kelebek/dur sakince uçmak ne demek/fazla gezinme git bir dalda dur/kanat çırpmadan yerinde otur/dur dur dur, git otur git otur. (Devekuşu Kabare’nin ‘Yasaklar’ oyunundan.)
Yerel seçim için mi, yoksa daha uzun vadeli mi bilinmez; memleket öncekilerden büyük hayır gördüğü için olsa gerek yeni bir MC (Milliyetçi Cephe)’nin oluşturulduğu ve ‘boş lafı’ başat değer olarak benimseyen ‘küçük’ muhalefet partilerinin de bilmem kaçıncı MC treninde bir vagona tutunabilmek için yüz kızartıcı çaba sergilediği bu günlerde, yazacak konu çok. Çok olmasına çok da, sorun, ben çocukken de aynı konular gündemdeydi. Demek ki böyle yaşayıp öleceğiz ve demek ki, toprağın ve mahsulün farkında olup lüzumsuz hayaller kurmadan insanca bir yaşam için mücadele etmekte, biraz daha iyisi için çaba harcamakta, umudu bir ‘prensip’ olarak taşıyıp beslemekte ve elden bu geldiği için yazıp çizmekte yarar var.
Yazıya başlarken sözlerine yer verdiğim ‘minik kelebek’ şarkısını, ben yaşlardaki herkes ezbere bilir muhtemelen. Devekuşu Kabare, nam-ı diğer ‘Zeki-Metin’in ‘Yasaklar’ oyunundan bir skeç. 12 Eylül faşizminin TRT’sinin sansürünü tiye alır. Biraz hava atayım, sıkı bir Zeki-Metin hayranıydım ve oyunu sahnede seyretmiştim. Kabarenin ses kasetleri de çıkardı o zaman, meraklısı alıp bir de teypten dinler, ezberlerdi. Büyük şans, internete yüklemişler, böylece gençler de seyredebilir.
Evet, inanmayacaksınız ama bundan kırk küsur yıl önce Türkiye’de faşizan uygulamalar ve totaliterliğin alametlerinden ‘sansür’ gündemdeydi. O devrin kabadayıları, her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini düşünür, ülkeyi zararlı-sapkın-marjinal kişi ve akımlardan korumak için canhıraş mücadele yürütür, milli ve manevi değerlerimize halel gelmemesi için toplumu bir cendere içinde yaşatırdı. Büyük sermayenin namlı isimleri, faşizmin mümessilleriyle yan yana durabilmek, fotoğraf çektirebilmek, darbeci General Evren’in tablolarını satın alabilmek için birbirini ezerdi. Darbeci hayranı gazeteciler ‘devlet büyüklerinin’ kuyruğundan ayrılmaz, kimi gazeteciler evlerinde generallere davet verirdi. Akademi, Kenan Paşa’larının omuzlarına cüppe kondurma, fahri doktora unvanı sunma yarışındaydı.
Halk ise yoksuldu, özgürlüklerden mahrum, önce Kenan Evren, ardından Turgut Özal ve dalkavuk halesine mahkûm yaşıyordu. Yine inanmayacaksınız, o devirde en büyük eziyet Kürtlere ve sosyalistlere yapıldı. İşkence, idam, sürgün… Yeşil Kuşak projesi İslamcı siyaset ve sermayeyi palazlandırdı. Ha bir de, 12 Eylül hukuku partileri yasakladı, sonrasında AYM kararlarıyla kapattı… aman ne kötü günlerdi be, vallahi, neyse ki geçti gitti şükür… AYM demişken, AYM kararlarının ‘bağlayıcı’ kabul edildiği yıllardı o yıllar, hadi bakalım, işte bir ‘inanılması güç’ iş daha!
Bir süredir bir TV dizisi konuşuluyor, Kızıl Goncalar. Dizi sever biriyim, buna mukabil, hayli dindar bir muhitte büyüdüğüm için midir, bıkkınlık mıdır, nedendir bilmiyorum, son yıllardaki muhafazakâr dünya dizilerini cazip bulmadım. Ancak RTÜK cezası ve açıklaması ardından ilk iki bölümünü seyrettim. Hem tarikatı hem karşısındaki kesimi eleştirel biçimde ele alan, kimseye hakaret etmeyen, ülkede nicedir yaşananı cesaretle anlatan bir dizi. Yanılmıyorsam Ayşe Çavdar söylemişti, o çevre, laik kesimin kendilerini görme şeklinden rahatsız oldu belli ki. Güzel de diziyi seyrettiğim Youtube kanalında ‘5 milyon’un üzerinde bir ‘izlenme sayısı’ vardı, TV seyircileri de eklenirse, neredeyse her dokuz-on yurttaştan biri seyretmiş şimdiye dek.
Beni ilgilendiren RTÜK başkanının açıklaması. Milyonlarca lira para cezası ve iki kez yayın durdurma yaptırımına dair açıklamasında, “36 bine yakın vatandaşın tepkisi görmezden gelinebilir mi? Hiç kimse Türk halkının millî ve manevi değerleriyle dalga geçemez. Değerlerimizi küçümseyemez. Gözümüzün içine baka baka yapılanlara karşı sessiz kalmamız mümkün değildir” buyurmuş.
‘36 bin vatandaş’ın tepkisi görmezden gelinemez kuşkusuz, ancak ‘36 bin vatandaş’ anayasa ve yasalara aykırı bir talepte de bulunabilir. Anayasa ve yasalar bu nedenle var, ‘36 bin vatandaş’ın her kaygısı ve tepkisi anayasa ve yasa haline gelmesin diye. Aksi halde, o ‘36 bin vatandaş’ın hayalleri ve dünya görüşüyle yaşamak zorunda, ömrümüzü o ‘36 bin vatandaş’ın ideallerine feda etmek zorunda kalırız. Düşünce ve ifade özgürlüğünün ne olduğuna, laikliğin ne olduğuna, demokrasi ve hukuk devletinin ne olduğuna o ‘36 bin vatandaş’ karar vermiş olur. ‘Türk halkının milli ve manevi değerlerinin‘ içeriğini ’36 bin vatandaş’ belirler, basında hangi haberlerin çıkacağını, hatta nerede ne yenilip içileceğini de. Anayasa denilen metin, hukuk devleti ilkesi, herhangi bir ideolojiye mensup ’36 bin vatandaş’ geriye kalan milyonlarca yurttaşın çanına ot tıkamasın diye var.
Yeryüzünün herhangi bir yerinde, bir ülke sınırları içinde yaşayan milyonlarca insan aynı milli ve manevi değere sahip olmaz. Böyle bir şey hiç olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ancak yeryüzünün muhtelif yerlerinde, eline sopayı geçiren birileri, kendi değerlerini diğerlerine dayatmayı istedi, bundan sonra da isteyecek.
Türkiye’de, özgürlük, ifade özgürlüğü gibi kavramlar hiçbir zaman muteber olmadı. Demokrasi öğrenilmedi ve haliyle sevilmedi bu toprakta, sevmek için bilmek gerek. Biraz daha ferah, biraz daha boğucu günleri oldu Cumhuriyet’in; ancak 2024’te, belli açılardan 1990’ları dahi arar hale gelmek pek gurur duyulacak bir hal değil. Laiklik ilkesi (içinizden geldiyse siz ona sekülerlik deyin) yıllar içinde, muhalefetin çok büyük katkısıyla berhava edildi. Daha önce defalarca yazdım, Anayasa’nın ilk üç maddesi yalnızca Kürtler söz konusu olduğunda akla gelir bu ülkede. O üç maddeye dahil laikliğin canına okunurken, ya sustu ya teşvik etti muhalefet. Başat, sadakat gösterecekleri bir ilkeleri olmadığı için. Ya da, laik/seküler olmayan bir demokrasi keşfettiler bir yerlerde, bizden saklıyorlar.
Tarikatların, cemaatlerin inanışları, ritüelleri; ne bu memleketin, ne bu memlekette yaşayan milyonlarca insanın, ne milyonlarca dindarın, ne bir yurttaş olarak benim milli ve manevi değerim. Rejim değişikliği hayalleri kuran, Cumhuriyet’in laik (ve dolayısıyla demokratik) niteliğine karşı bir avuç tahammülsüzün dünya görüşünü milyonlarca yurttaşa dayatmak, laikliğin (ve dolayısıyla demokrasinin) sonudur. ‘Son çivi‘ denir ya, bir son çivi filan olmadığı kanısındayım. Tabut büyük, çivi küçük ve ince, ahalinin nefesi bütünüyle kesilene dek sayısı belirsiz çivi çakmak mümkün o tabuta.
Bir teşekkür ve açıklama
Yargı süreci henüz tamamlanmamış olsa da üniversiteye iade kararı için güzel düşünce ve dileklerini paylaşanlara çok teşekkür ederim. Bu sorun bütünüyle çözüldüğünde ve cezaevindeki arkadaşlarımız, sevdiklerimiz özgürlüklerine kavuştuğunda, mutlu olacağım, olacağız. Yazmayı sürdürüp sürdürmeyeceğimi soranlar oluyor. Radikal İki günlerinden bugüne, işsizlikten yazmıyorum ki. Bildiğim başka bir şey olmadığı, elimden başka bir şey gelmediği ve alanımı savunmak için yazıyorum. Ömrüm olduğunca sürdürmekten yanayım. Bir kez daha, teşekkür ederim.
Bir hatıra
Yazıya almadığım, ‘konuyla ilgili’ bir anımı paylaşmak isterim. 2010 anayasa değişiklikleri tartışılırken Radikal İki’de iyi polemikler olurdu. Lümpen tüpçü burjuvazi, binlerce yazılık ‘arşivi yok ettiği’ için artık okunamıyor ne yazık ki. Bir hafta sonu, içinde ‘Cemaat’ eleştirisi de olan bir anayasa yazısı kaleme almıştım ve bir başka yazar da anayasa konusunu işlemişti. İki yazı karşılıklı sayfalara konulmuştu. Yazıların orta yerine, o devirde iktidar çevresinde büyük saygı gören cemaat liderinin ABD’deki çiftliğindeki kurban kesme fotoğrafı yerleştirilmişti. Kurbanlık koyun, başında bekliyor, çevresinde müritler, arkasında çiftlik görüntüsü… O hafta, fotoğrafın kullanılmasına çok tepki gösterilmiş meğer, farklı kanallardan telefonlar edilmiş vs. Sonra öğrendim. Aman efendim, nasıl olur da ‘hocaefendi’nin fotoğrafını böyle kullanırsınız! Üzerinden 14 yıl geçti. Nato kafa nato mermer.