ATOM DAMALI*
1983 yılında Türkiye’de yerel yönetimlere yetki verilmesi açısından tarihi reformlar yapıldı. İmar planlarının ve altyapı kararlarının yetki merkezi, ilk kez idareden alınarak yerel yönetimlere verildi.
Bu yetkilendirmeden önce İstanbul’daki su ve atık su sorunlarına o yılları yaşamayanların inanmayacağını düşünüyorum.
1983 yılında 5,5 milyon nüfusun sadece yüzde 52’sine su verilebiliyordu. Yani halkın yarısının evinde ya hiç su akmıyordu ya da evler haftanın belli iki üç gününde su alabiliyordu. İstanbul’da su borularının çoğu tıkanmış veya kanserojen bir malzeme olan asbest borulardı. İçme suyu havzasının korunması diye bir kavram yoktu ve isteyen istediği alana kaçak inşaat yapabiliyordu.
İçme suyu hatlarına atık su karıştığı için İstanbul halkı kolera tehdidi altındaydı. Yeraltı suları tamamen kontrol dışı bir kullanımdaydı. Sanayi tesisleri hiçbir denetim olmadan istediği kadar yeraltı suyu kullanıp kirlettiği suyu atık olarak, hiçbir arıtma olmaksızın Boğaziçi’ne, Haliç’e ve Marmara Denizi’ne yüzeyden akıtıyordu.
Kıyıları atık sularını serbestçe denize dökebilen sanayi tesisleriyle doldurulmuş Haliç, belki de dünyanın en kirli iç denizi haline gelmişti. Kokusundan dolayı Haliç’in 200 metre yanına dahi yaklaşılamıyordu.
İstanbul’da sanayi veya kentsel tek bir arıtma tesisi yoktu. Bırakın arıtma tesisini, ortaya çıkan atık suyun yüzde 10’unu dahi taşıyacak kanalizasyon borusu yoktu. Kolektör, tünel, pompa istasyonu, deniz deşarjı kavramları bile yoktu.
Mevcut yüzde 10 kanalizasyon borularının işlevi de atık suları birkaç kilometre öteye taşıyıp yüzeyden denizlere akıtmak, yani doğaya salmaktı. Foseptik çukurlarıyla toplanan atık sular da 3-5 kilometre taşındıktan sonra kimsenin görmediği bir yerde derelere veya denizlere boşaltılıyordu…
İnanmadınız değil mi? Maalesef bu yukarıda yazdıklarımın hepsi gerçek…
Peki 1989 yılında görevi bıraktığımızda su ve kanalizasyon durumu nasıldı?
Başlattığımız mücadele sonucu bu beş yıllık süreçte yapılan Darlık ve Büyükçekmece barajları, arıtma tesisleri ve boru hatları sayesinde nüfusu 6,8 milyona çıkmış İstanbul halkının yüzde 92’si her gün kesintisiz su alabiliyordu. İstanbul’da eski su borularının sağlıklı duktil borularla değişimi için yoğun bir çalışma başladı. Yüksek teknolojili uzaktan merkezi yönetim sistemi SCADA’yı (denetleyici kontrol ve veri toplama) Türkiye’de ilk olarak İSKİ uygulamaya koydu.
İçme suyu havzalarının korunması için yönetmelikler çıkarıldı. Türkiye’de sanayinin kullandığı yeraltı suları ilk defa denetime alındı ve kuyulara su saatleri takıldı. Atık su için ‘Kirleten öder’ prensibi uygulanmaya başladı. Ancak arıtma tesisi yapana kadar sonsuza dek kirletip para ödemelerine de izin verilmedi.
İstanbul’da atık su yatırımlarının Dünya Sağlık Örgütü’nün öncülük ettiği Damoc Master Planı’na göre yapılması gerekiyordu. Bu plana göre 1’inci aşamadaki yatırım stratejisi yüksek debili akıntıya sahip Boğaz’a dökülen atık suların toplanarak (Yenikapı, Baltalimanı, Moda ve Küçüksu) ön arıtma yoluyla Boğaz’ın alt akıntılarına verilmesi; akıntının olmadığı (Ataköy, Küçükçekmece, Tuzla vb.) bölgelerde ise denizi kirletmeyecek entegre biyolojik arıtma tesislerinin inşa edilmesiydi.
1984-89 yıllarında atık su yatırımları, şehri şantiye alanına çevirdi. Bu dönemde, 1’inci aşamada atık su yatırımlarının tümü Dünya Bankası’na bağlı IBRD’nin (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) sağladığı kredilerle ihaleye çıkıldı. Sahilleri işgal edilmiş Haliç’in her iki yakasında bulunan yerleşim ve sanayi tesisleri kaldırılarak yeşil alan haline getirildi.
Kolektörlerle çevrelenen Haliç’e atık su girmesi engellendi. Yenikapı havzası atık su ön arıtma sistemi tamamlandı. Yenikapı havzası atık su sistemine biyolojik arıtma ilave edilmesi için Zeytinburnu’nda sahil dolgusu yapıldı.
Baltalimanı havzası atık su ön arıtma sisteminin yüzde 70’i, Moda atık su ön arıtma sisteminin yüzde 45’i, Pendik – Moda sahil kolektörlerinin yüzde 70’i tamamlandı ve Boğaz’dan uzak biyolojik arıtma tesisleri ihale edildi.
“Bu yazdıklarınız çok güzel de yapamadığınız bir şey yok mu?” diye soracaksanız. Cevabım, “Evet var.” 1988’de Sultanbeyli belediyesinin Ömerli Barajı’nın içme suyu havzasında kurulmasını engelleyemedik.
Peki, 1989’dan 2021 yılına kadar geçen 32 yılda ne yapıldı?
En vahimi, İstanbul’un nüfus artışı engellenmeden, hatta teşvik edilerek, nüfusun 6,8 milyondan 16 milyona çıkartılmasıydı. İmar rantı, gökdelenler, içme suyu havzalarındaki yeşil alanların korunamaması ve nüfus artışı İstanbul’u ve çevresindeki denizleri kaldıramayacağı bir kirletme yüküyle karşı karşıya bıraktı. Daha da acısı, şimdi de Kanal İstanbul gibi İstanbul nüfusunu daha da artıracak projeler yürütülmesi.
Gelelim, çevre kirliliğini önleyebilmek için 32 yılda ne yapıldığına…
Maalesef bu onlarca yılda ağırlıklı olarak sadece 1’inci aşama atık su yatırım hedefleri tamamlanmıştır. Halbuki bu noktada, entegre biyolojik arıtma tesislerine dönüşümün sağlanıp 2’nci aşama yatırımlarının da tamamlanması gerekirdi.
Dahası Zeytinburnu dolgu sahasına ileri arıtma tesisi inşa edilmedi ve saha miting alanı olarak hizmete sokuldu. Buna karşılık İSKİ’nin 2021 sonunda iki önemli biyolojik arıtma tesisinin işletmeye açılacağını duyurması içimizi biraz da olsa rahatlatacak bir haberdi.
Gün, geçmişi kritik etme günü değildir. Sorumluluk alarak eksik kalan planlama, yatırım ve denetlemelere başlama günüdür… Başta İstanbul olmak üzere Marmara Denizi’ne kıyısı bulunan büyükşehir belediyelerinin yöneticileri ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı çok ciddi bir sınavla karşı karşıya.
Eğer dünyanın en büyük çevre felaketlerinden birini yaratan ülke olmak, yıllar süren bir çalışmayla yaratılan Türkiye ve İstanbul’un marka değerini ve turizm kapasitesini kaybetmek ve İstanbul emlak piyasasında kriz yaratmak istemiyorsak aşağıdaki yüksek maliyetli önerilerin hızla uygulamaya konması gerekir…
1- Öncelikle karar yetkisinin kanunla özerkleştirilmiş, yetkili ve sorumlu bir bilim kuruluna (Marmara Denizi Denetleme Kurulu gibi) verilmesi gerekir. Kurulda günlük politik çekişmelerden ve hükümet etkisinden uzak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ilgili belediyeler, vilayetler, üniversiteler ve iş çevrelerinin temsilcileri bulunmalı.
2- Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve Marmara’ya kıyısı bulunan belediyelerin nüfus artışına yol açacak yeni imar planları oluşturmaları kanunen yasaklanmalı. Yeni imar planı sadece;
*Kamu düzeni ve güvenlik ihtiyacı,
*Çevre koruma amaçlı tedbirler,
*Kalkınma planına uygun yatırımlar için kısıtlı olarak yapılabilmeli.
3- Geçerli imar planında inşaat hakkı olan, ancak inşaat ruhsatına bağlanmamış binalara belirli süreyle ruhsat verilmemeli.
4- Kurulacak kurulun, Marmara havzasındaki belediye ve sanayi kuruluşlarının atık su arıtma tesislerini denetleme yetkisi olmalı. Kurul, belediye ve sanayi tesislerini,
*Atık su arıtma tesisi yapmaları için teşvik etmeli,
*Atık su arıtma tesislerinin durmadan çalışmasını sağlamak için tesisin elektrik tüketimini denetlemeli ve hatta elektrik faturalarını teşvik kapsamında kurul ödemeli.
5- Kurulun, Marmara Denizi’ne zarar veren sanayi tesislerine ceza verme, hatta arıtma tesisi yapmaya direnenler için faaliyetten men etme yetkisi olmalı.
6- Bir an önce Kanal İstanbul projesinin iptal edildiği açıklanmalı.
Bu tedbirlerin geçerlilik süresini sorarsanız bence İSKİ ve Marmara havzasındaki önemli atık su arıtma tesisleri entegre biyolojik arıtma tesisine dönüşene ve Marmara havzasındaki tüm sanayi kuruluşlarının atık suları denetime alınana kadar bu seferberlik devam etmelidir.
Durumu siyasi bir hale getirmeden düzelterek torunlarımıza gurur duyacağı bir Marmara Denizi bırakmak hepimizin görevi.
Bugünkü Türkiye’de bu önerilerin uygulanabileceğine inanıyor musunuz diye sorarsanız maalesef olumlu cevap veremiyorum.
* 1984 yılının sonlarından 1989 başlarına kadar İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin (İSKİ) genel müdürlüğünü yürüttü.