
ŞULE TÜRKER
suleturker34@gmail.com
@suleturker34
Maliye müfettişliğinden Hazine müsteşarlığına uzanan kamudaki yılları sonrasında çalışma hayatına özel sektörde devam eden Mahfi Eğilmez, konu ekonomi olunca görüşleri merak edilen, akla gelen ilk isimlerden…
Okuyucunun beğenisini alan tarih ve polisiye romanlarıyla yazın dünyasında da adından bahsedilen Eğilmez, şu sıralar üçüncü polisiye romanı üzerinde çalışıyor. Tüm kitaplarını yazma nedeninin, gerçeği anlatmak olduğunu ifade eden Eğilmez şöyle diyor: “Türkiye’de yaşanan birçok olay bilim kurgu romanlarından gerçek hayata uyarlanmış gibi. Batı’da bilim kurgu diye anlatılan ve yazılan konular, bizim buralarda normal yaşamın bir parçası. Dolayısıyla yazdığımız çoğu roman, Batılı okur için adeta bilim kurgu niteliğinde. Örneğin ‘Sahte Sultan’daki çalınan tablo meselesi Türkiye’de o kadar yaygın ki. Böyle bir şey İngiltere’de olabilir mi ya da Fransa’da? İnsanlar sokaklara dökülür ama bizde normal karşılanıyor. Türkiye’nin son 20 yılı, yolsuzlukların, yüzsüzlüklerin, arsızlıkların, siyasal ve mali suçların neredeyse zirve yaptığı yıllar oldu.”

Son dönem ülke gündeminin ilk sıralarında yer alan, iktidar-muhalefet atışmasının başlıca konusu enflasyonla ilgili ise Eğilmez şöyle diyor: “Fiyatları sabitlemek, tezgâhları denetlemek, faizleri baskı altında tutmak gibi polisiye yöntemlerle sorunları çözemezsiniz. Piyasa ekonomisinde arz ve talep dengesini sağlayan unsur fiyattır. Fiyata müdahale, karaborsa yaratır. Bunu 70’lerde yaşadık… Türkiye’nin sorunlarını çözmenin yolu, son aşamada fiyata müdahale etmekten değil, daha ilk aşamada üretimi desteklemek ve yönlendirmekten geçiyor.”
Eğilmez, kur korumalı mevduat uygulamasına ilişkin yorumu ise şöyle: “Hazine, hiçbir şekilde üstlenmemesi gereken bir yükü üzerine almış bulunuyor, bunun faturası ağır olacak.”
Altınbaş Üniversitesi’nde öğretim üyeliği görevini sürdüren Eğilmez, bir yandan da üç yeni kitap için çalışıyor, ekonomiye dair yazılarını ise kendi bloğunda yayınlıyor.
Mahfi Eğilmez’le yazın çalışmaları odağında konuştuk.
Buyursunlar…
Bütün kitaplarımı yazma nedenim; gerçeği anlatmak
23 kitabınız var. Ekonomi kitaplarınız dışındakiler tarih, sanat ağırlıklı. Tarih diğer ilgi alanınız mı ve neden özellikle Hitit uygarlığı?
Tarihle öteden beri ilgileniyorum. Osmanlı tarihini, özellikle ekonomik ve mali yapısı üzerinde çalıştım ve halen de çalışıyorum. Ama asıl merak ettiğim ve üzerinde çalıştığım alan, kadim tarih denilen dönemler, özellikle de Mısır ve Hitit tarihi.
20’li yaşların başındayken maliye müfettiş yardımcısıydım ve Bursa’da teftiş turnesindeydim. Birlikte teftiş yaptığımız müfettiş yardımcısı arkadaşım, C.W. Ceram’ın ‘Hititler’ kitabını okuyordu. O bitirince ben başladım okumaya. Kitapta anlatılanlar beni fazlasıyla sardı ve Hititlere ilgi duymama yol açtı. 600 yıla yakın Anadolu’nun ortasında büyük bir krallık kurmuş ve dönemin süper güçlerinden biri düzeyine çıkmış Hititler hakkında pek de bir şey bilmediğimi fark ettim ve başladım araştırmaya. Hititler konusunda yazılmış, tercüme edilmiş kitapları topladım ve okudum. O dönemlerde bu konuda yazılanlar ve Türkçeye çevrilen eserler o kadar da fazla değildi. Buna karşın konuya ilgim azalmadı. Sonraları kadim tarihteki devletlerin ekonomik düzenlerini araştırmaya başladım. Bu konuda yazılanlar da o dönemde fazla değildi, zaman geçtikçe çoğalmaya başladı. Ben de bir yandan okuyup bir yandan notlar almaya ve o dönemlerin ekonomik ve mali yapısı üzerine bazı deneme yazıları yazmaya başladım.
Bunlar yayınlandı mı?
Hayır, çünkü dediğim gibi deneme yazılarıydı. 2000’lere gelirken elimde birçok denemeden oluşan bir külliyat vardı. Bu arada Hitit kenti Şapinuva’da kazı başkanlığını yürüten Prof. Dr. Aygül Süel tarafından kazıya davet edildim. Böyle kazılara katılma fırsatım oldu. Sonra Christian Jacque’ın Ramses serisi yayınlandı. Serinin beşinci kitabı Kadeş Savaşı üzerineydi, bir solukta okudum. Ve gördüm ki Ramses kaybettiği savaşı kazanmış gibi anlatmış. O zaman işin gerçeğini yazma düşüncesi doğdu zihnimde. Aslında benim bütün kitaplarımı yazmamın nedeni, gerçeği anlatmak. Sonra oturdum Kadeş Savaşı’nı da kapsayacak şekilde ‘Anitta’nın Laneti’ adlı bir Hitit tarihi yazdım. Bu kitap belgesel öyküler şeklindeydi. Büyük ilgi çekti. Çok satanlar listelerine girdi ve uzun süre orada kaldı.
‘Hattuşa’dan Kaçış’ kitabınız da aynı şekilde ilgi çekti…
Evet, ardından yazdığım ve Hititleri günümüzle geçişler içinde anlatan ‘Hattuşa’dan Kaçış’ da dediğiniz gibi çok ilgi çekti.
Asıl hedefim, Hititlerin ekonomik ve mali yapısı üzerinden kadim dönemlerin yapısını anlatmaktı. Onu da yazdım: ‘Hitit Ekonomisi.’ Bu kitap öteki ikisine göre doğal olarak daha az ilgi çekti. Ekonomi odaklı kitaplar, o dönemlerde çoğu insana itici geliyordu, bu durum şimdilerde biraz değişti.
Roman yazım süreciniz nasıl?
Geriye dönüp baktığımda türe göre farklı yöntemler izlediğimi görüyorum. Mesela ‘Anitta’nın Laneti’ni yazarken bir plan yaparak başladım. Özellikle ‘Anitta’nın Laneti’, Hitit tarihini kronolojik olarak öyküleştirmeyi amaçladığı için böyle bir plan yapmak ve ona sadık kalmak son derecede doğru bir yöntemdi. ‘Hattuşa’dan Kaçış’ böyle bir kronolojik içerik taşımadığı için ondaki öyküleri ayrı ayrı yazıp bir araya getirdim, sonra da aralarındaki tutarlılığı sağlamaya çalıştım, bazılarını öne aldım, bazılarını sonraya taşıdım.
Polise romanlarımın önce sonunu yazıyorum
Sonraki iki romanız farklı bir tarzda karşımıza çıktı; tarih ve sanatı içinde barındırmakla birlikte polisiye kitaplardı…
Evet, ‘Inferis’ ve ‘Sahte Sultan’ tamamen farklı bir alanda -polisiye- romanlar, bu nedenle öncekilerle karşılaştırılma olanağı yok. Bu iki romanda çok farklı bir yazım sürecim oldu. Önce romanın genel konusunu belirledim, sonra sonunu yazdım. Yani ilk yazdığım bölüm, romanın son bölümü oldu. Sonra belirlediğim konuya uygun olarak sondan başa doğru geri geldim. Tabii bu arada araya giren bölümler, son bölümde bazı değişiklikler oldu ama genel olarak bu yöntemi izledim.
Polisiye roman yazmak bambaşka bir disiplin değil mi?
Polisiye roman yazmak kolay bir iş değil. Birçok olayı birbiriyle tutarlı olarak belirli bir sona taşımanız gerekiyor. En ufak bir tutarsızlık, bütün kurguyu alt üst eder. Diğer taraftan polisiye roman okuru son derecede dikkatli; hataları, tutarsızlıkları hemen bulup çıkarıyor. Çoğu okur bu romanları adeta bir dedektif özeniyle okuyor. Onun için bütün bunlara dikkat ederek yazmak gerekiyor ve bu insanı yoruyor.
‘Sahte Sultan’ı bir solukta okumuş birisi olarak merak ediyorum, aynı türdeki yeni romanınızı ne zaman okuyabileceğiz?
Bu sıralarda üzerinde çalıştığım üç kitap var; biri ekonomiyle ilgili, biri kişisel gelişim kitabı, birisi de bir polisiye roman. ‘Sahte Sultan’a başladığımda Murat ve Rüya ikilisini bir üçüncü romanda buluşturmaya, böylece bir üçleme yapmaya karar vermiştim, onu tamamlamaya çalışacağım. Sonunu yazdım, şimdi oradan geriye doğru gidiyorum. İlk iki romanı öteden beri zihnimi kurcalayan konular hakkında yazdım. Bu üçüncü roman da üzerinde çok düşündüğüm, sıklıkla da karşılaştığımız bir yolsuzlukla ilgili. Ne var ki bu konuyla ilgili araştırma sürecim henüz tamamlanmadı.
Polisiye romanda ayrıntılar çok önemli. Her ne kadar anlatılanlar bir hayal dünyasında geçiyor gibi sunulsa da okur, romanda geçen olayları ve kişileri hemen kendi çevresiyle ilişkilendiriyor. O nedenle mesela yasalarla ilgili tutarsızlıklara düşmemek gerekiyor. Her şey hazır yalnızca yazmayı beklermiş gibi görünse bile üzerinde çalışılması gereken çok konu oluyor. Öyle sanıyorum ki bu üçüncü romanım gelecek yıla çıkar. Acele etmiyorum, çünkü acele yanlışa götürür.
Türkiye’nin son 20 yılına dair bir roman yazsaydınız, türü ne olurdu ve sonu nasıl biterdi?
Aslına bakarsanız Türkiye’de yaşanan birçok olay bilim kurgu romanlarından gerçek hayata uyarlanmış olaylar gibi. Benim çok kullandığım bir sözüm var: Batı’da bilim kurgu diye anlatılan ve yazılan konular bizim buralarda normal yaşamın bir parçası. Dolayısıyla yazdığımız çoğu roman Batılı okur için adeta bilim kurgu niteliğinde. Örneğin ‘Sahte Sultan’daki çalınan tablo meselesi Türkiye’de o kadar yaygın ki. Geçenlerde medyada da yer aldı: Müzelerimizden çalınan çok sayıda tablo ve eser var. Bazıları bir takım yerlere ödünç veriliyor ve yerlerine replikaları konuluyor. Böyle bir şey İngiltere’de olabilir mi ya da Fransa’da? Düşünün mesela Mona Lisa tablosunun aslını Louvre Müzesi’nden alıp cumhurbaşkanlığı konutuna götürüyorlar ve yerine replikasını asıyorlar. Böyle bir şeyi Fransa’da yapamazsınız, insanlar sokaklara dökülür ama bizde normal karşılanıyor.
Türkiye’nin son 20 yılı yolsuzlukların, yüzsüzlüklerin, arsızlıkların, siyasal ve mali suçların neredeyse zirve yaptığı yıllar olarak geçti. Her ne kadar Türkiye’yi anlatmak yerine meseleyi genelleştirmiş olsam da yazdıklarımı bunlar üzerine kurguladım. Yine aynı şeyi yapardım. Yani siyasal ve mali suçları bir araya getiren bir roman yazardım.
Hedef veren kurumun tahmini olmaz

Biraz da güncel ekonomik sorunları konuşmak isterim. Ocakta yılın ilk enflasyon raporunu açıklayan Merkez Bankası (MB) Başkanı Şahap Kavcıoğlu, enflasyonun yıl sonunda yüzde 23,2’ye düşeceğini tahmin ettiklerini söylemişti, bir önceki raporda bu oran 11,8’di. MB’nin hedeflerinin 11 yıldır tutmamasının nedeni nedir?
Merkez Bankası’nın hedefi uzun yıllardır orta vadeli programlarda ve kendi açıklamalarında hep yüzde 5 olarak belirtiliyor. Bakmayın tahminlerinin yüzde 23,2 veya başka bir oran olduğuna. O da ayrı bir tutarsızlık. Ben yıllardır eleştiriyorum bunu. Hedef veren kurumun tahmini olmaz ya hedefiniz olur ya da tahmininiz. Tahmininiz, hedefinizi geçmişse, o zaman hedefi değiştirmeniz gerekir.
Burada iki sorun olabilir: Hedef yanlış olabilir, hedefe ulaşmak için uygulanan para politikası yanlış olabilir. Bir üçüncü şık daha söz konusu olabilir: Hedef de hedefe ulaşmak için uygulanan para politikası da yanlış olabilir. Ben üçüncü şıkkın geçerli olduğu kanısındayım. Hedefiniz yüzde 5 iken ve tahmininiz de yüzde 23,2 iken enflasyon yüzde 61,4 çıkıyorsa, burada her açıdan tutarsızlıklar söz konusu demektir.
Merkez Bankası’nın hedefi tutturamamasının bir nedeni, para politikasını yanlış set etmesi. Giderek hızlanan enflasyonu düşürmeye çalışan bir Merkez Bankası’nın faizi düşürmesi, para politikasını tamamen yanlış uyguladığını gösteriyor. Ayrıca enflasyonla mücadelede maliye politikasının da para politikasına destek olması gerekir. Oraya da baktığımızda vergileri düşüren, kamu harcamalarını artıran gevşek bir maliye politikası uygulamasıyla karşılaşıyoruz. Bu yaklaşımla enflasyonun düşmesi, ancak baz etkisine ve dışarıda yaşanabilecek olumlu gelişmelere bağlı olabilir.
Enflasyon, fiyatlar sabitlenerek kontrol altına alınabilir mi?
Özellikle Türkiye gibi üretimi önemli ölçüde ithal girdi kullanımına dayalı olan ülkelerde kurdaki yükselişler sonucu üretim maliyetlerine gelen artışların fiyatlara yansımasını engellerseniz ya üreticiler batar ya da batmamak için mallarını el altından belirlenen fiyatın üzerinde satarlar. Piyasa ekonomisi uygulanmasının içindeyseniz sorunları piyasa sistemi içinde para ve maliye politikalarını doğru işleterek çözmek zorundasınız. Fiyatları sabitlemek, tezgâhları denetlemek, faizleri baskı altında tutmak gibi polisiye yöntemlerle sorunları çözemezsiniz.
Piyasa sistemi uygulayan bir ekonomide fiyatları sabitlemek, orta vadede karaborsa yaratır. Üretici ve satıcı zarar edeceği bir durum ortaya çıktığında, malları tezgâh altına alır ve oradan belirlenen fiyatın üzerinde satmaya başlar. Biz bunu 1970’lerde yaşadık. O dönemde Fiyat Kontrol Komitesi diye bürokratlardan kurulu bir komite vardı. Fiyat artışlarına bu komite karar verir, fiyatlar baskılanmaya çalışılırdı. Bu uygulamaların sonucunda ülkede karaborsa oluşmuştu. Bugün hala çok kullanılan ‘margarin kuyrukları, sigara kuyrukları, tüpgaz kuyrukları’ eleştirileri, bu uygulamalar sonucunda ortaya çıktı. Piyasa ekonomisinde arz ve talep dengesini sağlayan unsur fiyattır. Fiyata müdahale, karaborsa yaratır.
Türkiye’nin sorunlarını çözmenin yolu, son aşamada fiyata müdahale etmekten değil, daha ilk aşamada üretimi desteklemek ve yönlendirmekten geçiyor. Tarıma, çiftçiye ve hayvancılıkla uğraşanlara yeterince destek vermeyerek bugünlere geldik. Şimdi dönüp o hataları düzeltmek gerekiyor, fiyatlara müdahale ederek o hataları düzeltemeyiz.
Kur korumalı mevduat konusunda farklı görüşler dile getiriliyor, sizce uzun vadede uygulanabilir mi? Vatandaşları enflasyondan koruyacak yeni yatırım enstrümanları neler olabilir?
Kur korumalı mevduat uygulamasını son derecede sakıncalı buluyorum. Hazine, hiçbir şekilde üstlenmemesi gereken bir yükü üzerine almış bulunuyor, bunun faturası ağır olacak. Ayrıca konuyla hiç ilgisi olmayanlar da bütçeye yaptıkları (vergi gibi) katkılarıyla bu farkların ödenmesinden sorumlu hale gelecek.
Normal durumda faiz eğer enflasyon kadar olsaydı insanlar bankaya yatırdıkları paraya faiz alacaklar ve Hazine bu iş için hiçbir ödeme yapmayacak, hatta tam tersi faiz gelirinden vergi alacağı için kaynak elde etmiş olacaktı. Şimdi kur korumalı mevduat uygulamasıyla banka yüzde 17 faiz ödeyecek ve eğer vade sonunda kur, paranın yattığı tarihtekinden yüksek çıkmışsa, aradaki farkı Hazine ödeyecek. Hazine, bankanın nemalandığı bir paranın ek faizini (bu ödemeye faiz dememeye gayret etseler de bu bir ek faizdir) niçin ödesin? Bunun hiçbir mantıklı açıklaması yok. ‘Faiz neden, enflasyon sonuçtur’ teorisini haklı çıkarmak için yapılmış bu düzenleme, Hazine için son derecede gereksiz ve anlamsız bir yük yaratmıştır.
Vatandaşı enflasyondan korumanın yolları bellidir:
-Riskleri azaltmak ve yeni riskler yaratacak davranışlardan kaçınmak gerekir. Çünkü riskler kurları, kurlar da fiyatları yükseltiyor (Bu konuları yeni yayınlanan ‘Yapısal Reformlar ve Türkiye’ kitabımda ayrıntısıyla anlattım).
-Para ve maliye politikasını enflasyonla mücadele edecek şekilde sıkılaştırmak şarttır.
-Bilimin yol göstericiliğine geri dönmek gerekir.
Bunların dışında çözüm yolu yoktur.
Bu duruma gelmemizin temel nedeni nedir?
Bence bir tek nedeni var; bilimden ayrılmak. Bu konuda da bir sözüm var: Bilimden ayrılanı kurt kapar.
Biz gerçekten bilimden ayrıldık. Bu bir anda olmadı yıllardır yavaş yavaş koptuk bilimden. Son yıllarda hızlandı. Bugün içinde bulunduğumuz durumun başlıca nedeninin bu olduğunu düşünüyorum.
Birçok konuya ilgisiz ve duyarsız bir gençlik var
Altınbaş Üniversitesi’nde ders veriyorsunuz. Gençlerle birliktesiniz. Onların memleket meselelerine bakışları -sizin kuşakla da kıyaslarsanız- nasıl?
Gençlerin memleket meselelerine bakışı, bizim dönemlerimize göre farklı. Bu da çok normal tabii. Çünkü bizim gençliğimizde ne bilgisayar vardı ne internet. Dünyaya da bu kadar açık değildik. Yurt dışına gidenlerin gördüklerini anlattıkları kitaplar çok satan kitaplar arasındaydı. Bilgiye ulaşmak için kütüphaneleri dolaşırdık. Buna karşılık Cumhuriyetin değerleri konusunda duyarlıydık. Memleket meselelerini kendimize dert ederdik, hala da ediyoruz.
Şimdi durum böyle değil. Bir kere her şey elimizin altında. Hayatımızda hiç gitmediğimiz yerleri internet aracılığıyla oturduğumuz yerden gezmek mümkün. Bilgiye erişim neredeyse bir tuşa basmakla sağlanabiliyor. Birçok şeyin kolayca elde edilebilmesi hem iyi hem kötü etkiler yaratıyor.
Günümüz gençliği birçok şeyi öğrenmeyi gereksiz sayıyor. Çünkü elinin altında Google var. Oraya girdiği anda merak ettiklerinin yanıtını bulabiliyor. Memleket meselelerinin böyle bir iki tuşa basılarak çözüleceğini sanıyorlar. Tabii biraz abartıyorum ama bu tarz yaklaşımlar sorunların çözümünün kolay olduğu izlenimi yaratmasının yanında fazla çalışmanın da anlamsız olduğu gibi bir sonuca ulaşmalarına yol açıyor.
Ne yazık ki birçok konuya ilgisiz ve hatta duyarsız bir gençlik var. Elbette içlerinde merak eden, araştıran, okuyan da var ama çoğunluk bu dediğim durumda. O nedenle kolayca manipüle ediliyorlar.
Eğitimdeki temel sorun sizce nedir?
Türkiye’nin eğitimde temel sorunu her zaman analitik düşünceye, sorgulamaya, araştırmaya dayalı eğitim yerine, ezbere dayalı bir sistem üzerine kurulu olmasıydı, bu devam ediyor. O nedenle gençler üniversitede kendilerine verileni yeterli bulmuyor. Şimdi her türlü bilgi ellerinin altında olduğu için bunu daha net görebiliyorlar. Türkiye’nin yapması gereken yapısal reformların en önemlilerinden birisi, eğitimin tümüyle bilimsel çerçeveye oturtulmasıdır.
Kimdir?

İstanbul’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni -İktisat ve Maliye Bölümü- bitirdi. Doktorasını Gazi Üniversitesi’nden, ‘Kamu İktisadi Teşebbüslerin Finansmanı’ başlıklı tezi savunarak aldı.
Maliye müfettiş muavini olarak başladığı kamu hizmetinde Maliye müfettişi, Maliye başmüfettişi, gelirler genel müdür yardımcısı, Hazine Genel Sekreterliği daire başmüfettişi, Hazine Genel Sekreterliği daire başkanı, Washington Büyükelçiliği ekonomi ve ticaret müşaviri, Kamu Finansmanı genel müdürü, Hazine müsteşar yardımcısı, Washington Büyükelçiliği ekonomi ve ticaret başmüşaviri olarak görev yaptı.
1997 Temmuz’unda Hazine müsteşarı olarak atandı, aynı yılın aralık ayında istifa ederek kamu görevinden ayrıldı.
Hazine’de görev yaptığı dönemlerde Temsan (Türkiye Elektromekanik Sanayi A.Ş), TEK (Türkiye Elektrik Kurumu) yönetim kurulu üyeliği, YÖK üyeliği, Dünya Bankası ve Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası guvernör vekilliği ve guvernörlüğü yaptı.
Kamudan ayrıldıktan sonra özel sektörde çeşitli kuruluşlarda yönetim kurulu danışmanlığı, başkanlığı ve üyeliği üstlendi. İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders verdi. Yeni Yüzyıl ve Radikal gazetelerinde, CNBC-e Business Dergisi’nde köşe yazarlığı, CNBC-e ve NTV’de ekonomi yorumculuğu yaptı.
Halen Altınbaş Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders veriyor, ekonomi yazılarını kendi bloğunda yayınlıyor, kitap yazmaya devam ediyor.