ERDAL GÜVEN
erdalguven@diken.com.tr
@Erdal_Guven69
Levent Gültekin’i -en azından Diken okurlarına- tanıtmama gerek yok herhalde.
Neredeyse kimsenin özelikle ‘karşı mahalle’den birinin ne dediğini, ne yazdığını dinlemeye, okumaya epeydir pek tahammülünün kalmadığı Türkiye’de hemen her ‘mahalle’de hala dinlenen, okunan istisnai yazarlardan biri Gültekin.
Üçüncü kitabı ‘Yaklaşan Kasırga’ dün itibariyle raflarda yerini aldı.
Kitap, bir yönüyle Gültekin’in şahsi, bir yönüyle Türkiye’nin son 20 yılının siyasi tarihi. İçiniz mi daralır, yoksa zihninizde bir umut ışığı mı yanar bilemem ama hem taşları yerine oturtması, hem de ‘daha neler neler’ olabileceğine ışık tutması açısından okunması gereken bir kitap ‘Yaklaşan Kasırga.’ Tam da cumhurbaşkanlığı seçimlerine gittiğimiz bugünlerde…
Bir cümlesini aktarayım, ne demek istediğimi anlayın: “Böyle düşünmemde, iktidar mensuplarını tanıyor olmamın, neler yapabileceklerini tahin edebilmemin, benimsedikleri İslamcılık anlayışının ülkeyi nasıl bir karanlık kuyuya döndüreceğini, yani gelen kasırganın büyüklüğünü görüyor olmamın etkisi var muhtemelen.”
Kitabın kapağını kapatınca aklıma takılan soruları sordum, Gültekin de yanıtladı.
‘Kırmızı Pazartesi‘ romanındaki gibi
Kitap, “Bunlar iyi günlerimiz, her şey daha kötü olacak” dedirtiyor. Yazmaktaki amacın bu muydu?
Kitabı yazmaya oturduğumda amacım son 20 yıldaki siyasi olayların, gördüklerime, bildiklerime, yaşadıklarıma dayanarak arka planlarını anlatmak ve hepimizin zihnini meşgul eden ‘Ülkemiz niçin bu hale geldi?’ sorusuna cevap aramaktı. 20 yılda yapılan yanlışlara dikkat çekmek ve aynı hataları ülke olarak, önümüzdeki seçimde de tekrarlamamak ve bu girdaptan çıkışa kendimce bir katkı vermek amacıyla başladım yazmaya.
Fakat her bir olayı, o olayın aktörlerinin davranışlarını tek tek ele alıp arka planlarıyla beraber yazınca, ortaya daha önce fark etmediğim bir fotoğraf çıktı. Daha önce üzerinde hiç düşünmediğim, hiç farkında olmadığım bir fotoğraftı bu. Aynen bir puzzle’ın parçalarının birleşmesi gibi…
Yaşanan her olayın birbiriyle bağlantısı, olmayacak insanların bir gecede fikir değiştirmesi, sürecin devamı için kimi iktidar mensupları ve kimi muhalif aktörlerin aynı amaç için bir araya gelmesi, olmayacak insanların akıl almaz ittifaklar yapması…
Bütün bunlar bende ‘Türkiye bilinçli bir şekilde Ortadoğululaştırılıyor’ hissi uyandırdı. Sanki Türkiye’de bir senaryo uygulanıyor ve o senaryo ne zaman sekteye uğrayacak olsa hemen biri devreye sokuluyor ve senaryo kesintiye uğramaktan kurtarılıyor. Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi‘ romanındaki gibi, herkes bir cinayet işleneceğini biliyor ama kimisi çıkarına gelmediği için, kimisi vurdumduymazlıktan o cinayeti engellemeye kalkışmıyor ve bütün kasaba o cinayetin suç ortağına dönüşüyor.
Türkiye’de son 20 yılda olan olayları alt alta yazdığımızda ortaya çıkan tablo bundan sonra neler olacağının da işaretini veriyor bize. Ortaya çıkan işaretler, ülkemiz için pek parlak bir durum değil. ‘Her şey daha kötü olacak‘ algısının nedeni sanırım bu işaretler.
Amacım, bu işaretlere dikkat çekmek ve eğer gerçekten adım adım uygulanan bir senaryo varsa onu bozacak, toplumsal bir iradenin oluşmasına katkı vermek. Çünkü son 20 yılda yaşadığımız süreç aynı tutarlılıkla devam ederse, hepimizi üzecek bir tabloyla karşı karşıya kalacağımızı düşünüyorum. Bunu da ülkemize doğru gelen bir kasırgaya benzetiyorum. Kitapta yapmaya çalıştığım, ülkemize doğru gelen kasırgaya toplumun dikkatini çekmek ve tedbir almalarına katkı vermek.
Sonucu hepimiz için ağır olur
Eski Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç’ın çarpıcı bir ifadesini aktarıyorsun kitapta. Zamanında Tayyip Erdoğan’a iç savaş uyarısı yapmış… Sence böyle bir felaket senaryosu hâlâ mümkün mü?
Olayların akışındaki bütünlük, iktidar veyahut kimi muhalif aktörlerin bir gecede fikir değiştirmesi bana ülkemizde bir senaryonun uygulandığı hissini veriyor demiştim ve o senaryonun amacının da ülkemizi bir Ortadoğu ülkesine dönüştürmek olduğunu söylemiştim. Ortadoğu ülkesine dönüşmüş bir ülkenin kaçınılmaz olarak varacağı yer orası, yani bir iç çatışma. Çünkü Ortadoğu dendiğinde akla din, mezhep ve kimlik ayrımına teslim olmuş, parçalanmış ve yoksullaşmış bir toplum; kurumları zedelenmiş, demokrasisi, hukuku askıya alınmış bir ülke akla geliyor. Böyle ülkelerde neler olduğunu hepimiz yaşayarak gördük.
Eğer toplum olarak bu gidişatı değiştirecek bir yaklaşım ortaya koyamazsak üzülerek söylemeliyim ki sonucu hepimiz için ağır olacak bir tabloyla karşı karşıya kalacağız.
Büyük yanılgı
Muhalefet partilerinin kendi mahallelerinden çıkması gerektiğini söylüyorsun. CHP özelinde dindar- muhafazakâr seçmene açılma gibi… Öte yandan da şöyle bir cümlen var: “Seküler kesim siyasetçileri ağzıyla kuş tutsalar dindar olduklarına o toplum kesimini inandıramazlar.” Çelişki yok mu burada? Ya da bu kısır döngü nasıl aşılabilir?
Mahallelerden çıkmak kimlik, mezhep, inanç siyasetinden vazgeçmek demek. Sadece bir toplum kesimiyle değil, bütün toplum kesimleriyle bağ kurmak ve onlarla ortak bir duygu geliştirmek demek bana göre. Yani bir anlamda gerçekten demokrat olmak, adil olmak, liyakati esas almak ve insanların kimliğine, mezhebine, inancına, yaşam tercihine bakmadan, bunları temel almadan siyaset yapmak demek.
Sözde bütün partiler bunu yapıyor. Ama eylemde, yani uygulamada ne yazık ki böyle değil. Sözde herkes demokrat, herkes eşitlikçi, herkes hukuktan yana, herkes liyakati savunuyor ama uygulama ne yazık ki öyle değil. Türkiye’de kimlikler, mezhepler, inançlar üzerinden sürdürülen bir siyaset anlayışı var.
Dindarların partisi, Türk milliyetçilerinin partisi, Kürtlerin partisi, Alevilerin-Atatürkçülerin partisi… Bütün bunlar ülkemizdeki kutuplaşmayı da besleyen ve artıran nedenler. Türkiye siyasetinde bugün yaşanan tıkanıklığın temelinde de bana göre bu durum var. Bu durum en çok da iktidar partisinin işine yarıyor. Kutuplaşmadan beslenen bir iktidar var ve muhalefet ancak kutuplaşmayı azaltabilirse başarı kazanma şansı yakalayabiliyor. Fakat muhalefetin yapısı bu kutuplaşmayı azaltmaya müsaade etmiyor çünkü hemen hemen hepsi bu kutuplaşmadan besleniyor.
Farklı mahallelere açılmak, o mahalleler gibi olmak anlamına gelmiyor. CHP özelinde söyleyecek olursa, farklı mahallelerle diyalog kurması için CHP’li siyasetçilerin dindarlık pozu vermesine gerek olmadığını düşünüyorum. Kimi seküler siyasetçiler dindar-muhafazakâr toplum kesimiyle ilişki kurmanın yolunun dindar görünmekten geçtiğini sanıyor. Bana göre bu büyük bir yanılgı. Çünkü araştırmalar gösteriyor ki Türkiye’de dindarlık referansıyla oy verenlerin oranı yüzde 20’lerde, onların da gideceği siyasi adres az çok belli. Çünkü bu yüzde 20 de kimin gerçekten dindar olduğunu, kimin oy için yaptığını anlayabilecek durumda. Bu nedenle dindarların ilgisini çekmek için dindarlık pozu vermenin hem o siyasetçinin sahiciliğini zedelediğini hem de söylediğim Türkiye’yi Ortadoğululaştırma sürecine bilmeden verilmiş bir katkı olduğunu düşünüyorum.
Muhafazakâr toplum kesimine ulaşmak için dindar veyahut dindar gözükmeleri gerekmiyor. Gerçekten demokrat olmalılar. Çünkü demokrat, barışçı, saygılı, dürüst ve hukuktan yana olmak bana göre bütün toplum kesimlerinin itibar ettiği değerler. Siyasetçiler bu değerlere sahip olamadığı için kimisi dindar oluyor kimisi dindar gözükmeye çalışıyor, kimisi milliyetçi oluyor, kimisi de mezhep hassasiyetiyle siyaset yapıyor. Bu da kutuplaşmayı artırıyor ve mevcut iktidarın varlığını sürdürmesini sağlıyor. Bu gidişatı durdurmak için Türkiye’deki siyaset anlayışının bütünüyle değişmesi gerektiğini düşünüyorum.
Çelik bir leblebiye ihtiyaç var
Şu anki haliyle altı muhalefet liderinin birlikteliğinden de pek umudun yok gibi…
Esasında yıllardır demokrasi ittifakı yapılması gerektiğini söyleyen yazarlardan biriyim. Türkiye’deki gidişatı durdurmanın ancak güçlü bir toplumsal birliktelikle sağlanacağını, seçimlerin partiler arası seçim olmaktan çıkarılarak demokrasi mi otoriterlik mi tercihine indirgenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Altılı masada kurulan birlikteliği olumlu ama eksik buluyorum. Zaten o birliktelik henüz bir demokrasi birlikteliğine dönüşmüş de değil. Liderler yeterince cesur, yeterince kararlı, yeterince dirayetli değil. Kitapta anlattığım gibi eğer bir senaryo varsa, henüz o senaryonun akışını bozacak bir birliktelik de irade de ortaya koymuş değiller. Ama dediğim gibi bu birlikteliği olumlu bulduğum için daha kalıcı, daha kapsayıcı hale gelebilir umuduyla hareket ediyorum.
Altı parti aynı masaya, herkes kendi partisinin yararını öncelik yaparak oturuyor. Halbuki o masanın tek bir önceliği olmalıydı, o da Türkiye. Fakat sanırım siyasetin gereği olarak parti liderleri kendi partilerinin çıkarını gözetmeyi bir tarafa bırakamıyor. Fakat şunu görmeliler ki karşı karşıya kaldığımız durum bir iktidar değişim meselesi değil. Türkiye adım adım bir yere sürükleniyor, bu süreç engellenmezse, ülke bırakın siyaset yapmayı, korkarım yaşanmaz hale gelecek. Böyle anlarda siyasetin de kurallarını altüst edecek bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Kitapta bahsettiğim gibi sanki Türkiye’yi öğüten bir çark var ve o çark kendi döngüsünde dönmeye devam ediyor. O çarkın arasına girecek, döngüsünü bozacak çelik bir leblebiye ihtiyaç var. Muhalif liderler hem bireysel olarak böyle bir misyon üstlenemiyor hem de altılı masa halinde o çelik leblebinin işlevini görecek bir yapıya henüz kavuşamadı. O nedenle olumlu ama eksik buluyorum. Dahası bu eksiklik giderilmediği takdirde, yani güçlü bir amaç birlikteliği oluşmadığı taktirde, altılı masanın bu haliyle hem partilere zarar verecek hale geleceğini hem de siyasette mevcut iktidarın gücünü daha da pekiştireceği kanaatindeyim.
Günahlarımızın hesaplaşmasını yapacak durumda değiliz
Altılı masada, senin ifadenle Türkiye’nin ‘otoriter İslamcı bir Ortadoğu ülkesi’ne dönüşme sürecinde başbakanlık, dışişleri, ekonomi bakanlığı yapmış Ahmet Davuoğlu’nun ve Ali Babacan’ın yer almasını nasıl değerlendiriyorsun?
Ahmet Davutoğlu, kabul edilmeyecek yanlışların ortağı oldu. Ali Babacan da uzun süre bu yıkıma sessiz kaldı. Fakat bir nedenle o yanlış yapının dışına çıktılar. Türkiye’de normal bir süreç yaşıyor olsaydık siyasetçilerin geçmiş karnelerine göre bir değerlendirme yapar, ona göre bir tutum belirleyebilirdik. Böyle olduğunda da o zaman konu sadece Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan değil, bütün siyasetçiler olurdu. Çünkü bütün siyasetçiler geçmişte ciddi yanlışlar yaptı. Fakat şu anda geçmiş günahlarımızın hesaplaşmasını yapacak durumda değiliz. Bir ülke adım adım yıkıma sürüklenirken geçmişin hesaplaşmasını yapmak, bir anlamda o yıkımı önemsememektir.
Şöyle düşünün, evimizde bir yangın var ve biz kardeşler olarak geçmişte kimin kime ne tür yanlışlar yaptığının kavgasını veriyoruz ve o arada ev yanıyor. Önce ülkemizi bu yıkımdan kurtarmayı birinci amaç haline getirmek gerektiği kanaatindeyim. Bunun için de en geniş anlamıyla toplumsal birliktelik kurulması gerektiğini düşünüyorum. Böyle baktığımızda muhafazakâr tabana güven verecek siyasetçilerin o masada olması bu birliktelik için bana göre çok önemli.
Diğer taraftan kitapta, yazarken fark ettiğim ve sanki bir senaryo var ve adım adım uygulanıyor dediğim bu sürecin akışına baktığımızda o senaryoya göre muhafazakâr siyasetçilerin o masadan uzaklaştırılması gerekiyor.
Hani bir film izlersiniz ve o filmin bir sonraki sahnesini az çok görebilirsiniz. Bugüne kadar yaşadığımız süreçteki akış, bize bir sonraki adımın da ne olacağının işaretini veriyor.
Sanırım aynen Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de siyaseti mezhep çatışmasına indirgeme hazırlığı var. Demek istediğim, son 20 yılda yaşadığımız olayları alt alta yazdığımızda, 2023 seçimlerinde Erdoğan’ın karşısına yalnızlaştırılmış bir Kemal Kılıçdaroğlu’nu çıkarma planları yapıldığını görüyoruz. Bu oyunu, yani CHP’yi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu yalnızlaştırma oyununu bozmak için muhafazakâr partilerin bir şekilde o masada olması gerektiği kanaatindeyim. Muhafazakâr siyasetçileri o masadan uzaklaştırmaya çalışanların, bu minvalde sözler edenlerin de bu oyunu kuranlar tarafından manipüle edildiğini düşünüyorum.
Tekrar edeyim: Son 20 yılda adım adım uygulanan bu sürecin bir şekilde kesintiye uğratılması ve eğer bir senaryo varsa o senaryonun boşa çıkarılması için bütün toplum kesimlerinin birlikteliğine ihtiyaç var. Bu birlikteliğin sağlanmasında da bana göre hem Ali Babacan’a hem de Ahmet Davutoğlu’na ihtiyaç var.
İdeal bir cumhurbaşkanına değil bu gidişatı durduracak bir isme ihtiyaç var
Erdoğan’ın karşısına çıkacak cumhurbaşkanı adayını üç aşağı beş yukarı tarif ediyorsun kitapta. Bu tarife uyan biri isim ya da isimler var mı aklında? Doğrudan sorayım; senin cumhurbaşkanı adayın kim?
Bir cumhurbaşkanı adayı tarif etmiyorum. Çünkü meseleye cumhurbaşkanlığı seçimi ve seçilecek kişiye de bir cumhurbaşkanı olarak bakmıyorum. Ülkemiz ağır bir yıkımla karşı karşıya. Siyaset zemini yok edilmiş, anayasa askıya alınmış, cumhuriyet felsefesi tahrip edilmiş, ülke adım adım uçuruma sürükleniyor. Siyasette derin bir kilitlenme olduğu için bu gidişatı durduracak bir yaklaşım ortaya çıkmıyor.
Bu ülkede demokratik yollardan bir cumhurbaşkanı seçilebilmesi için önce demokrasiye, hukuka işlerlik kazandırılması gerekiyor. Yani siyasetteki, devletteki ve toplumdaki kilitlenmenin açılması gerekiyor. Meseleye böyle baktığım için o kilidi açacak en doğru kişinin aday yapılması gerektiği kanaatindeyim. Yani kilidi açacak anahtarın bulunması gerektiğini düşünüyorum.
Ülkedeki kilidi açacak anahtar benim çok arzuladığım bir isim de olmayabilir. Hatta en ideal cumhurbaşkanı da olmayabilir. Ama biz ideal bir cumhurbaşkanı değil bu gidişatı durduracak, toplumu bu gidişatın karşısına set yapacak, tecrübesiyle, bilgisiyle, olgunluğuyla, barışçı, demokrat kişiliğiyle bir organizatör gibi hareket edecek bir isme ihtiyaç var.
İnanç, mezhep, kimlik üzerinden sürdürülen bir siyaset anlayışı var ve bunun toplumda neden olduğu bir kutuplaşma var. Öncelikle bu kutuplaşmayı aşacak, toplumun bütün kesimlerini masada toplayabilecek birinin olması gerekiyor.
Diğer yandan ülkedeki vahametin boyutuna dikkat etmemiz gerekiyor. Neyle karşı karşıya kaldığımıza sanırım yeterince dikkat etmiyoruz. Bu seçimler bana göre ülkemizin kader seçimi. 100 yıllık cumhuriyet iç çatışmalara sürüklenmiş bir Ortadoğu ülkesi olarak mı yoluna devam edecek, yoksa medeni bir dünyanın parçası olarak mı? Bunun kararını vereceğiz.
Dahası ülkenin aldığı ağır tahribat var. Devlet, parti devletine dönüşmüş durumda. Mesele sadece seçimi kazanmak da değil. Bu süreçte ağır bir yıkıma sebebiyet vermeden; tecrübesiyle, olgunluğuyla, uzlaşmacı tavrıyla toplumun bütün kesimleriyle kurduğu sıcak ilişkiyle bu restorasyonu yapabilecek yetkinlikte biri olmalı.
Bana göre en fazla bir iki yıllığına seçilecek, ülkemizin seçim sürecinde ve sonrasında görünmez bir kazaya sürüklenmesini engelleyecek ve ülkemizi normale döndürecek en doğru kişiye ihtiyacımız var. Bunun kim olduğunu ben bilemem.
Parti liderleri eğer meseleye parti meselesi olarak bakmaz, karşı karşıya kaldığımız vahametin gerçekten farkına varırlarsa en doğru ismi bulacaklarından kuşkum yok.
Türkiye karşı karşıya kaldığı belayı atlatmadan, normale dönmeden kimilerinin cumhurbaşkanı seçeceğiz hayaline kapılmasını ben gerçekten anlamıyorum.
Kitapta yazdığım ve adına da ‘Kasırga‘ dediğim, bize doğru gelen bu felaketi atlatmadan normal bir siyaset hayali kurmak, karşı karşıya kaldığımız felaketin boyutunu fark etmemektir.
Belki meseleye çoğu kimseden farklı bakıyorum. Çok daha zeki, çok daha öngörülü olduğum için değil. O mahallede büyümüş olmam, bu insanların neler yapabileceğini daha iyi anlama avantajı sağladı bana. Dahası Ortadoğu ülkesine dönmenin ne olduğunu belki daha iyi kavramamı sağladı. Bundan dolayı meseleye biraz daha farklı bakıyor, bu nedenle de feveran bir halde yazıp konuşuyorum.
Şu anda ülkemize doğru gerçekten büyük bir kasırga geliyor olsaydı ülkeyi kimin yöneteceği tartışması verir miydik? Yoksa bütün enerjimizi bu kasırganın tahribatını en aza indirmeye mi harcardık?
Bence bu soruların cevabı meseleyi anlamamıza da yardımcı olacaktır.
‘Hepimiz bu filmin oyuncularıyız’
Kendi cumhurbaşkanlığına adaylık sürecini ‘çılgın proje’ diye nitelemişsin. Laf aramızda bence de öyleydi. Geldiğin yer ve bugün durduğun yeri düşündüğünde kitapta anlattığın senaryoda sana nasıl bir rol biçildiğini düşünüyorsun?
Cumhurbaşkanlığına adaylığım sürecinin bütün ayrıntılarını kitapta anlattım. Hepimiz ülkemiz için derin bir endişe içindeydik. Bugün yaşanan yıkımı az çok görebiliyorduk. Bu nedenle bir grup aydın, yazar, akademisyen, eski bürokrat olarak bu gidişatı durdurabilmek için bir şeyler yapabilir miyiz arayışı içindeydik. Temiz bir niyetimiz vardı. Makam hırsıyla hareket etmiyorduk. Siyasette bir koltuk kapma derdinde de değildik. Öyle olsaydı işe cumhurbaşkanlığı adaylığıyla başlamazdık.
Bütün amacımız ülkemiz yıkıma sürüklenirken sorumluluk almak ve gidişatı durdurma çabası verenlere kendimizce bir katkı vermekti. Belki kendimizi fazla önemsedik, belki boyumuzdan büyük işlere kalkıştık, belki de ülkemiz için taşıdığımız endişe aklımızı perdeledi. Ama ne olursa olursa olsun benim adaylık meselem gidişatı durduralım amacıyla atılmış bir adımdı. Kitapta bahsettiğim o senaryoyu yırtıp atma ya da dönen çarkın arasına girecek o çelik leblebi olma çabasıydı. Olmadı, başaramadık. Şimdi bugün bakınca ‘Hakikaten de epeyce çılgın bir projeymiş‘ diyorum. Ama bugün geldiğim noktadan baktığımda kitapta anlattığım senaryoda kendimi de bir oyuncu olarak görüyorum.
Kitabı yazarken sanki bir film setindeymişiz duygusuna kapıldım. Bizim, yani ülkemizin filmi. Sanırım o filmde bana da, yaptığım sert konuşmalarla yaşananlara bir gerçeklik duygusu katma rolü düşüyor. Yani nasıl olsa gidişatı durduracak, senaryoyu bozacak bir etkim olmadığı için yaptığım konuşmalarla sanırım filme gerçeklik duygusu katmama izin veriyorlar. Bana göre hepimiz bu filmin oyuncularıyız. Kimilerimiz alkışlarıyla, kimilerimiz öfkesiyle, kimilerimiz taraftarlığıyla, kimilerimiz vurdumduymaz tavırlarıyla filme gerçeklik duygusu katıyor, filmin kusursuz akışını sağlıyoruz. Bütün çabam bunun fark edilmesini sağlamak ve hep birlikte bir tutum değişikliğine gitmenin yolunu oluşturmak.
En büyük kaybı iş dünyası yaşayacak
Ülkede ‘otoriter İslamcı’ bir rejim inşa edilirken liberal, Batılı iş aleminin sessizliğini nasıl yorumluyorsun?
Bu süreçte sesini yükselten, çaba gösteren çok az sayıdaki iş insanını tenzih ederek söylüyorum: Türkiye’de gerçek bir burjuvaziden, yani gerçek bir iş aleminden bahsedemeyiz. Sermaye kültürü gelişmemiş, işinsanı sorumluluk duygusu olgunlaşmamış, para kazanmayı, şatafatlı bir hayat sürmeyi, kazandığı paraya hamallık yapmayı marifet sanan bir iş alemimiz var. Kendi çıkarını ülkesinin yararının üstünde tutan bir grup işinsanı ama var onlar da ne yazık ki durumun vahametinin ya farkında değil ya da sessiz kalarak bu süreci atlatacaklarını düşünüyor. Halbuki Türkiye bir Ortadoğu ülkesine dönüştüğünde en büyük kaybı onlar yaşayacak. Çünkü hukukun olmadığı otoriter yönetimlerde devletten bağımsız bir sermayeden bahsedemeyiz.
Mal ve can güvenliği olmadığı gibi serbest piyasa garantisi de olmuyor. Bütün bunların neticesinde doğal olarak en büyük kaybı iş dünyası yaşayacak, yaşıyor da zaten.
Büyük bir beyin göçü yaşanıyor, ülke çoraklaşıyor adeta.
Bütün bunların yansımalarını çok uzun yıllar yaşayacağız. Yoksullaşmış, çoraklaşmış, kendi içinde çatışmaya sürüklenmiş bir Ortadoğu ülkesine dönüşmüş Türkiye’de kimse mutlu olamaz.
İşinsanları bu günlerin geçeceğini ve varlıklarını koruyacaklarını düşünüyor ve bunu da olup bitene seyirci kalarak yapıyorlar. Bana göre fena halde yanılıyorlar.
Kürt hareketindeki yenilikçiler yeterince cesur, kararlı, dirayetli olmadılar
Kitapta aktardığın ilginç anekdotlardan biri de eski HDP milletvekili Sırrı Süreyye Önder’le aranda geçtiğini belirttiğin diyalog. PKK’nın ‘hendek hamlesi’ hakkında övücü ifadeler kullanmasını ‘mecburuz’ diye gerekçelendirmiş sana. Hal böyleyse HDP’nin Türkiyelileşme süreci nasıl canlanabilir?
Bana göre Türkiyelileşmek, mahallelerden Türkiye’ye inmek ve mahallenin çıkarını değil, Türkiye’nin yararını birinci öncelik yapmak demek. Ülkemizde, Türkiyelileşmeye çalışan toplum kesimlerini engelleyen, onları kendi mahallelerine geri iten bir mekanizma var. Kitapta anlattığım gibi İslamcıların Türkiyelileşme sürecinde de bunu yaşadık, Kürt hareketinin Türkiyelileşme sürecinde de. Üstelik bu engeller sadece dış etkenlerle değil, iç etkenlerde devreye sokuluyor.
HDP’nin Türkiyelileşmesi hem devletin engeliyle karşılaştı hem de PKK’nın engeliyle. Bana göre PKK, HDP’nin Türkiyelileşme çabalarına en büyük zararı veren aktörlerin başında geliyor. Bir tarafta iktidar, diğer tarafta PKK elbirliğiyle bu süreci yok etti. Kimi HDP’li siyasetçilerin Türkiyelileşme konusunda samimi olduğunu düşünüyorum. Bunun sosyolojik nedenlerini bildiklerim, yaşadıklarım, gördüklerim çerçevesinde uzun uzadıya kitapta anlattım.
Sırrı Süreyya Önder de bana göre o dönemde HDP’nin Türkiyelileşme çabasına karşı PKK’nın çıkardığı engellere en çok itiraz edenlerden biriydi. Fakat Kürt hareketindeki yenilikçiler yeterince cesur, yeterince kararlı, yeterince dirayetli olmadığı için PKK baskın geldi ve iktidarın da desteğiyle HDP’nin Türkiyelileşme çabasını sekteye uğrattı.
Esasında kitapta anlattığım senaryonun akışına göre de HDP’nin Türkiyelileşme sürecinin sekteye uğratılması gerekiyordu. Hatta senaryonun akışına dikkat ettiğinizde ‘Selahattin Demirtaş niçin hapiste?’ sorusuna da cevap buluyorsunuz. Bu nedenle HDP’nin Türkiyelileşme çabasının yeniden canlanabilmesi için Türkiye’nin öncelikle bu girdaptan çıkması gerekiyor. Çünkü eğer kitapta bahsettiğim gibi bir senaryo varsa, o senaryoya göre Kürt hareketinin ayrılıkçılığa zorlanması gerekiyor ve sanki kayyumlar, baskılar, dışlamalar hepsi Kürt hareketini ayrılıkçı bir çizgiye zorlamak için bilerek yapılan şeyler.
O senaryo veyahut Ortadoğululaşma süreci bütünüyle sekteye uğratılmadan Türkiye’de hiçbir toplum kesiminin iyi olamayacağını, hiçbir toplum kesiminin sorunlarını çözemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye iyi olmadan hiçbirimiz, hiçbir toplum kesimi iyi olamaz.