FATİH GÖKHAN DİLER
“Onurumuzu koruyarak, kafesimizden, odamızdan, mahallemizden nasıl çıkabiliriz” diye soran Diken yazarı Levent Gültekin, kendi macerası üzerinden bunun mümkün olduğunu anlatıyor.
Gültekin’in kendi dar çevresinden koparak Türkiye’yle buluştuğunu söylediği kişisel değişim öyküsü, ‘Onurlu Çıkış’ başlığıyla geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini almıştı.
Uzun süre çok satanlar listesinde kalan kitabı ‘Şatafatlı Mağlubiyet’ten sonra kaleme aldığı ikinci eserle iki farklı kesimi etkilemeyi hedefleyen Gültekin, onların hayata bakışını ve dolayısıyla Türkiye’nin geleceğini değiştirmek istiyor.
“İslamcı ideolojiye mensupken yaşadığım hayatı, düşüncelerimin oluşumuna nelerin kaynaklık ettiğini, ruh halimi, acılarımı, sevinçlerimi, umutlarımı dile getirdim” diyen Diken yazarı, bununla seküler kesimin dindar yaşam süren insanları daha iyi tanımasına, anlamasına yol açmayı hedefliyor.
Gültekin, ‘Kayahan’ın şarkısındaki gibi’ kendine “Allah’ım ben nerede yanlış yaptım” diye sormuş. Cevabı ise okuyucusuyla paylaşıyor: “Benim gibi (İslamcı ideoloji) orada bulunmuş insanların bu tıkanıklıktan çıkışını kolaylaştırmaya çalıştım.”
Levent Bey dilerseniz söyleşimize kitabın başlığından başlayalım: ‘Onurlu Çıkış.’ Sizi takip edenler, bir zamanlar kendinizi ‘İslamcı’ olarak tanımladığınızı, ancak bulunduğunuz ‘ideolojik mahalle’yi terk etmeye karar verdiğinizi biliyor. Çıktığınız yerden çok memnun olmadığınız zaten belli, ancak girdiğiniz ortamdan da çok memnun değilsiniz sanırım, çünkü bir ‘giriş’ten de bahsetmiyorsunuz, yine de bütün bunlara bir onurluluk atfediyorsunuz. Bu biraz sizin özelinizde yersiz yurtsuz birisini mi tarif ediyor?
Aslında doğru, orta noktadayım. Orta nokta dediğimiz yerse zaten Türkiye. Türkiye’nin sorunları var. Geldiğimiz nokta da pek de iç açıcı değil. İç barış, eğitim, hukuk, özgürlük, adalet, insan hakları, bilim, sanat, teknoloji, her alanda çok ciddi sıkıntılarımız var. Peki bunlar nereden geldi, bu sorunlar nasıl oluştu? Uzaydan birileri getirip dayatmadı. Bu sorunları yaşayan insanlar olarak aslında bu sorunların kaynağı da bizleriz.
Nasıl?
Tercihlerimizle, yaşantımızla, meseleleri ele alış biçimimizle veya benimsediğimiz ideolojilerle… Bütün bunlar bize bir şey gösteriyor: Türkiye’nin geldiği nokta kötü ve bunun da kaynağı bu ülkede yaşayan insanlar. Evet, bu fikri kendi üzerimden anlattım ama bu aslında hepimizin hikayesi. Çok benzer… Solcunun da hikayesi aynı, öbür taraftan Kürt hareketinden birinin de hikayesi aynı, ülkücünün de öyle. Benim de zaten kitapla ilgili aldığım başlıca geri dönüş ‘okurken kendimi gördüm’ şeklinde oluyor. Aynı inanç, aynı ideoloji, aynı kimlikten bahsetmiyorum, çok başka da olsak, duygularımız, reflekslerimiz, o işe sahip çıkma nedenlerimiz, işlere nasıl bulaştığımız falan çok benzer. Peki şimdi Türkiye’nin geldiği noktaya bakıyoruz: Kötü. Sonra kendimize bakıyoruz, biz de bir yerde konumlanmışız. O zaman bir yanlışlık var, çünkü durduğumuz yer sorunlu, başka bir izah yok, bu hepimiz için geçerli. Durduğumuz yeri terk etmemiz gerekiyor ki oturup konuşup bu ülkeyi herkes için yaşanabilir kılalım ve bu bahsettiğim sorunları çözüme kavuşturalım. Bunun için çıkmak gerekiyor. Çıkmak dediğim bir anlamda inmek. Gel bakalım oturup konuşalım. Çık gel odandan, salonundan, mahallenden, her nereden olursa…
Çıkarken yenilmişlik duygusuna kapılmaktan ya da diğer kesimlerden size olumsuz anlamda eleştiriler gelebileceğinden korkmadınız mı?
Çıkmak zor bir şey… Bu tür bir korku da gayet insani bir şey. Çünkü belli bir mahalleden çıkana kadar, orada tamamen doğru olduğuna inandığımız düşüncelerimiz vardı. Bir İslamcı da tek doğrunun kendi olduğunu, kendi yönteminin, yaklaşımının Türkiye’yi kurtaracak doğru olduğuna inanıyor, bir solcu da, Kürt hareketinden birisi de, öbür taraftan ülkücü de… Hepimizin niyeti iyi ama demek ki yöntem doğru değil. İçimizden birimizin tutturduğu yol doğru olsaydı, Türkiye bugün bu halde olmazdı. Muhakkak bu doğru yöntem başarılı olmuş olurdu ve toplumun diğer kesimlerini de kendi etrafında toplanmaya ikna etmiş olurdu. Şimdi bu olmadığına göre artık çıkmamız gerekiyor. Çıkmak şu: Konuşmanın zeminini oluşturmak, oturup diyalog kurmanın, uzlaşmanın ortamını oluşturmak. Gelirken bir vazgeçmişlik, bir yenilmişlik duygusu olmaması için de birbirimize bir onurlu çıkış kapısı açmamız lazım.
Nasıl açılacak bu kapı?
Şöyle düşünün: Sizinle tartıştık kalbinizi kırdım veya tam tersi… Bir müddet sonra “Hadi unutalım geçmişi de oturup bugünü konuşalım” diyorum. İşte “Hadi unutalım” diyecek o bilgeliğe, “Hadi gel bugünü konuşalım” diyecek o olgunluğa ulaşmamız gerekiyor. Yoksa ben geldim sana dedim ki “Hadi Gökhan gel konuşuyoruz”, ama sen de bana “Bir dakika sen bana geçmişte şöyle şöyle demiştin, gel önce bir bunu tartışalım” dediğinde ben başka bir psikolojiye bürünüyorum.
Siz bu anlamda daha çok diğer kesimlere sesleniyorsunuz, “Ben kendi mahallemden çıkıyorum ama beni yenilmişlik hissine sürüklemeyin” diyorsunuz.
Tabii, bu duyguyu verememek lazım zaten. Şimdi Türkiye’de en az kullanılan kelime ‘özür’, cesaretin en zor olanı, en kıymetli olanı ‘medeni’ olanıdır. Medeni cesaret dediğimiz, insanın kendiyle hesaplaşması, özür dilemesi, alttan alması, bilgece tavır göstermesi, kendine yapılanı olgunlukla karşılaması, bunlardır esas olan. Türkiye’de medeni cesarete bilgelikle karşılık verecek bir kültür yok, hiçbir kesimde yok bu. İnsanlar yenilmişlik duygusuna kapılıp o duygunun altında ezilmekten korktukları için yanlışta ısrar ediyorlar. Çıkamıyor oradan, çıkmaya kalkana, “Ben geçmişte yanlış yaptım” diyene iki türlü saldırı var. Karşı taraftan, hangi kesimden olursa olsun fark etmez, bir kendi mahallenden ‘davayı sattı’, ‘yavşadı’, ‘liboş oldu’ gibi damgalar vuruyorlar. Karşı mahalledense ‘tutunamadı’, ‘acaba ne istedi de vermediler’ gibi laflar geliyor. Bu yaklaşım her birimizi bugün Türkiye’yi bu hale getiren o ideolojik eksenli mahalle kültürüne hapsediyor. Bu bizi de çürütüyor. Ben eminim ki bu kesimlerde “Bizim de yanlışımız var” diyen milyonlar var. Fakat bunu yüksek sesle söyleyecek cesareti gösteremiyorlar, çünkü o cesarete olgunlukla karşılık verecek bir toplum yok. O yüzden bu kitabın çağrısı ‘işte bu kültürü edinelim’.
Siz şimdi birçok farklı kesimden örnekler veriyorsunuz ve muhtemelen saydığınız her kesimden bu kitaba ilgi oluyordur, siz bu farklı kesimlere ayrı ayrı nasıl mesajlar veriyorsunuz?
Şimdi muhafazakar kesimin dışında kalan kesime bugünkü iktidar etrafında kümelenmiş insanların duygularını, niye böyle hareket ettiklerini, niye kızdıklarını, nelerden rahatsız olduklarını aktarmak için kendi hayatımı anlattım. Bir İslamcı gencin bakış açısını, neye niye karşı olduğunu anlatıyorum ki seküler kesim onu tanısın. Seküler kesimin bugün AK Parti etrafında kümelenmiş insanları tanıması gerekiyor. Tanımadan onlarla konuşamazlar. O insanları birkaç konuda ikna etmek gerekiyor belki de… Bunun için de diyalog kurmak gerekiyor. Fakat tanımadıkları insanlarla nasıl diyalog kuracaklar? Dilini, duygularını, niye, neden kızdıklarını bilmiyorlar.
Bugün gelinen noktada belki de artık bilmek istemiyorlardır…
Evet, belki de… Ama bu olmaz ki… Biz bir şekilde bu ülkede hep beraber yaşayacaksak, burayı herkes için yaşanabilir kılacaksak bir kere öncelikle birbirimizi tanımamız gerekiyor. Kitap ilk olarak bu tanışmayı sağlamaya dönük.
Sizin hayat hikayeniz dindar kesime ne anlatıyor?
Kitabın böyle başka bir tarafı daha var, o da şu: Muhafazakar kesim, özellikle de İslamcı diyebileceğimiz kesim, onların bir ideali vardı, bu ideali ben de bir zamanlar paylaşıyordum, inançla ülkenin birçok sorunu çözülebileceğine inanıyorlardı. Şöyle ki, Müslümanlık terbiyesi almış insanlar memlekette birçok sorunu çözer, çünkü İslam öyle bir ahlak verir ki orada sorun kalmaz. Fakat Ak Parti onların bu idealini yerle bir etti. Bunun gerçek olmadığını, İslam ahlakı diye bir şey olmadığını ya da Müslümanlığın insana terbiye vermediğini gösterdi. “İnanç her şeyi çözmüyormuş” denilecek bir tablo çıkardı ortaya. Tüm hayatını inanç üzerine kurmuş bu kesimde temel çökünce travmatik bir boşluk çıktı ortaya. İslamcılığın yüz yıllık bir ömrü var burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun sön dönemlerinde ortaya çıkmış. Bu noktada “Bir dakika bizim yüz yıllık bir iddiamız vardı, olmadı, peki ne diyeceğiz şimdi, nereye gideceğiz” deniyor. Olağanüstü bir travma var orada, demokrasiye yabancı, laikliğe yabancı, seküler değerlere yabancı, özgürlüğe yabancı, insan haklarına bütün bunlara yabancı.. İnancın bütün bunları karşıladığını zannediyorlardı. Senin dinin sana, benim dinim bana diyor Kuran, onlar için bundan daha başka özgürlük mü var? Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir diyen bir inanç var, peki bundan ala eşitlik mi var? Ama gördüler ki inanç bu değerleri karşılamıyormuş. İnancın vaazı başka bir şeymiş, ahlak başka… İşte bu insanlara da işte yanlışta ısrar etmemek gerektiğini, oradan çıkmanın inancı kaybetmek anlamına gelmediğini, demokrasiyi, adaleti, toplumsal barışı, öteki gördüklerimizi özümsemeyi, benim çıkışı yaparken nelerle karşılaştığımı anlatarak onlara aslında dostça bir el uzatıyorum, korkma gel diyorum. Aslında çok tarafa sesleniyorum ama esas omurga olarak iki tarafı tanıştırma işini üstlendim. Kendimde bu misyonu gördüm. Ben bunu yapıyorum şimdi, Alevilerle, solcularla konuşuyorum, inancımı da kaybetmiş değilim, inancımı ideoloji yapmayı ve Türkiye’yi kendi ideolojime göre dizayn etmekten vazgeçmişim.
Sizin hikayenize de bakınca aslında köyden çıkıp kasabaya ve oradan da şehre gelen bir ideolojik serüven var, her aşamada da belli sorunlar yaşamışsınız. İslamcı gençliğinizde evde babanızla ciddi tartışmalarınız olmuş, demek ki aslında kasabada dahi işlemeyen bir sistem var.
Ben neden İslamcılığa tutunuyorum, barışı ve toplumsal uyumu getireceğini düşündüğüm için ama ben barış isterken bir bakmışım ki evde babamla kavga ediyorum. Kitapta da bunu anlattım. Türkiye’de böyle bir bütünlüğü sağlamak isterken ayrışmayı evimin içinde en derinde yaşamışım. Babam burada benim ideallerime laf etmiyordu, bunları ideolojiye dönüştürmeme kızıyordu. Evet, kasabada başladım İslamcılığa ama İstanbul’a geldiğim de gördüm ki olmaz bu iş. Ben o insanlara nasıl diyeceğim benim gibi beş vakit namaz kıl, kadınlarla ilişkilerin benim gibi olsun, içki içme, bunları dersem iş faşizme dönüşür. İdeolojilerin kendini kurtaramadığı bir şeydir faşizm.
Kitabınızın henüz başlarında kullandığınız bir terim var, ben bunu görünce hikayenin geri kalanını da bu terim üzerinden okumayı tercih ettim: Ertelenmiş açlık. Bu elbette insan bedeniyle ilgili geçerliliği olan bir kavram, siz buna benzer bir şeyin İslamcılarda ve hatta kendinizde olduğunu düşünüyor musunuz?
Bütün kesimlerde var bu, aslında Türkiye’nin bütün sorunu bu, olmamış, olamamış, görmemiş, doyamamış, bunun yarattığı bir açlık var, para açlığı, makam açlığı, sosyal çevre açlığı, bunu erteliyorsun bir şekilde ve bir gün imkana kavuştuğunda ideoloji, inanç falan hiçbir şey bırakmıyor, sanki bunlar yarın yok olacakmış gibi acayip bir biriktirme duygusuna kapılıyorsun. İslamcıların en büyük dezavantajı ertelenmiş açlık, eskiden İslamcılar arasında paylaşım olurdu ve ben bu paylaşımın inançtan kaynaklandığını düşünürdüm. Meğer yokluktan kaynaklanıyormuş. İslamcılar şimdi iktidardalar, bütün güç onların elinde ama muhalifken var olan huzurun onda biri yok, eskiden şakalaşırlardı, dostluk kurarlardı ama şimdi en yakınlar birbirine bakmaz oldu çünkü büyük bir kapma yarışı içindeler. Böyle bir açlığı doyurma çabası ötekinin sırtına basıp yükselmeyi gerektirmiş.
Şimdi laik kesimde de İslami kesimdekiyle aynı manada olmasa da ertelenmiş bir açlık oluşuyor mu? Siz kendi mahallenizden çıkarak yeni kesimlerle tanıştığınızı anlatıyorsunuz, böyle bir gözleminiz oldu mu laik kesimle ilgili?
Evet, şimdi yeni bir açlık oluşuyor. Ama şunun altını çizmem gerekiyor, kitapta “İslamcılarda meğer çok ahlaksızmış” demiyorum. Dediğim şu, Türkiye’de genel bir ahlaki standardı var, genel bir kalite standardı var. Ben inancın insanları Türkiye’deki yozlaşmadan beri tutacağını zannediyordum. Meğer böyle değilmiş. Ama şimdi ben Türkiye’deki hiçbir kesimin diğerlerinden daha ahlaklı olduğunu, daha tok ya da daha bilge olduğunu söyleyemem, aynı şeyiz aramızda sadece ton farkı var. Ahlaksızlık başkalarından beslenen bir şey. Şunu da söylemeliyim bu çıkışımdan, dolaşmalarımdan, yeni tanışıklıklarımdan şu gözlemi elde ettim, her kesimde çok düzgün insanlar var. Solcular çok düzgün diyemeyiz, İslamcılar çok ahlaklı ya da ateistler çok kaliteli, böyle bir şey yok, hepsinde her türlüsü var. Gördüm ki toplum değil birey var. O zaman dedim ki her kesimden bireylerle iletişim kurabilirim. Bunu yapabilmek için bendeki ‘biz’ kavramını değiştirmem gerekti. Eskiden ‘biz’ dediğimde İslam ümmetini anlıyordum ama şimdi ‘biz’ dediğimde bu düzgün insanları anlıyorum. Gelin yeni bir ‘biz’ kuralım derken de bu benim dediğim gibi ‘onurlu çıkışı’ yapmaya gönüllü insanları çağırıyorum.
Sizin gibi kendi mahallelerinden çıkıp farklı kesimlerle iletişime giren ve bun anlamda kendi yeni mahallelerini oluşturan çok insan var mı?
Evet, çok var. Ben artık Türkiye’de iki tip insan olduğunu düşünüyorum. Geçmişte şunlar vardı: Alevi, Sünni, Türk, Kürt… Ama bu şimdi giderek iki kesime doğru evrildi. Ben bunlara ‘şehirli’ ve ‘varoş’ diyorum. Bu kavramlar mekanla ilgili değil sınıfla ilgili… Diyarbakır’ın bir köyünde yaşıyordur ama şehirlidir, Nişantaşı’nda yaşıyordur ama köylüdür. Şehirli kesim “İşimize bakalım, kimsenin inancına, giyimine kuşamına karışmayalım, çevreye önem verelim, eğitime ağırlık verelim” diyor. Bu ‘şehirli’ kesimin içinde Alevi, Sünni, laik, Kürt, Türk, Ermeni hepsi var. Bir de ‘varoş’ dediğim kesim var ki onlar da “En üstün bizin, en doğrusu bizim dediğimiz, herkes bize tabi olmak zorunda” diye konuşuyor. Bu ‘varoş’ta da bütün kesimler var. Türkiye’de iktidar ‘varoş’u beslediği için şimdi onlar büyükmüş gibi görünüyor ama eğitimle beraber, görüp geçirmişlikle beraber ağırlığın ‘şehirli’de olacağını düşünüyorum. Bu ‘şehirli’ler belirleyici güç olacak. Ben çıkış derken de aslında şehirli kümede birleşmeyi, burada çoğalmayı kastediyorum. İnsanlara mahallelerinizden çıkın ve burada birleşelim diyorum. Yeni nesilde zaten böyle inanç üzerine bir kimlik yok. İnternete girip dünyayla bağ kuran bir nesle Müslümanlığı, Aleviliği, Kürtlüğü, Türklüğü dayatamazsın.
Peki muhafazakar kesimde sizin gibi bir çıkış yapmayı isteyen, bunu kendi içinde sorgulayan, buna hazır kişiler çoğunlukta mı? AKP seçmenini düşünelim, bu kitle içinde yolsuzluk iddialarından, demokratik değerlerin gerilemesinden, ahbap çavuş ekonomisinden, çevreye verilen zarardan rahatsız olup geleceği diğer yaşam tarzlarıyla barışmakta gören bir grup var mı?
Tahmin edilenden daha fazla… Şu anda kamuoyunun bildiğinden çok daha büyük bir travma yaşanıyor. Biz ne yaptık, biz bunu hayal etmemiştik diyorlar. Kitapla ilgili en çok geri dönüşü de bu anlamda muhafazakar kesimden alıyorum. Çünkü benzer hayal kırıklığı onlarda da var. Fakat bu insanların çıkışına müsaade edilmiyor. Birisi bir adım attığında “Senden adam olmaz” diyen, yargılayan, “Orada tutunamadı” diyen birileri var, bu adımın önüne geçiliyor. Kendi içlerinde yaşıyorlar. Çıkamadıkları için de bizim de hayatımız heba oluyor. Onlar orada kaldıkça bu iktidar değişmeyecek. Adamlara gel diyen yok. Toplumdan bahsetmiyorum. Her kesimin kanaat önderleri var, kendine Atatürkçülük üzerinden alan açmış kişiler var ve bu açılıma izin vermiyorlar. Burada bir tıkanmışlık var ve bunu açacak bir akıl oluşması gerekiyor.
Siz bir yazarsınız ve görüşlerinizi herkese aktarma şansınız var, siz kendi adınıza mahallenizi terk etmek üzere bir adım attığınızda bu kararınızın nedenlerini insanlara aktarabildiniz ve hemen olmasa da bir müddet sonra okuyucu nezdinde kabul gördünüz. Ancak herkesin elbette böyle bir imkanı yok, böyle kişiler yani sade insanlar ne yapacak?
Toplumda kabul görmemek diye bir şey yok, komşuluk ilişkileri çerçevesinde toplumda her zaman kabul görürsünüz. Esas zorluk yazar olan için. Her sözünüz, her eyleminiz yargılanıyor ve bir hesap verme pratiğiyle karşılaşıyorsunuz. Toplumda onurlu bir çıkış daha kolay. Ama gidecekleri yer yok. Bir İslamcı yanlış yaptığını kabul edip kendi mahallesinden çıkmaya karar verse gidebileceği gerçekten özgürlükçü, gerçekten demokrat, hukuktan yana bir organizasyon yok. Bir tarafta iktidarın gazetesi varken diğer tarafta Atatürkçülerin gazetesi var. Birde Kürt hareketinin gazetesi varken, diğer tarafta ülkücülerin gazetesi var. Ben bir yere gitmedim ortaya indim. Buna salona inmek diyorum ben. İşte bu ortadaki insanların organizasyonunu sağlayacak bir yapı gerekiyor. Sivil toplum, aydınlar, siyasetçi, buraya yaklaşmalı. Toplumda bu var ama kendini nasıl aktaracağını, diğer kesimlerle nasıl konuşacağını bilmiyor.
Eski bir İslamcı olarak sizin laiklikle ilgili belli bir noktaya geldiğinizi biliyoruz, yazılarınızdan okuyoruz. Kendi mahallesinden çıkmaya hazır, muhafazakar kesimden birinin sizin belirttiğiniz orta noktaya gelmesi için laikliği benimsemesi mi gerekir?
Evet, mecburuz. Salona geldiğimizde bazı değerleri tartışma konusu yapmaktan çıkarmalıyız. Nedir o? Laiklik bunlardan biri… Niye? Ben laikçi biri değilim. Çünkü inanç insanların elinde çürüdü. İktidarların elinde çürüdü. İdeolojik hale dönüştü. Teknolojinin ve dünyanın geldiği nokta itibariyle de inanç artık bireyselleşti. Benim Kurandan algıladığımla seninki farklı. Adnan Oktar var, IŞİD var, Cübbeli Ahmet var, Taliban var ama İslam bir tane. Bunların hepsi bir inanç dayatıyor. Laiklik başkasının bana dayatmaya çalıştığı inanca karşı tek engel. Yoksa laikliği dayatmaktan bahsetmiyorum. Ortaya laiklik diye bir şey koyalım, kimse kimseye bir şey dayatmasın. Laikliğin geçmişteki uygulamalarına göre de hareket edemeyiz. Temel anlamına bakacağız ve ona göre uygulayacağız. Nasıl giyinirsen giyin, nasıl bir yaşam tarzı benimsersen benimse, ama bunu bana dayatma yeter. Salona gelenin de bunu kabul ederek gelmesi lazım. Başka türlü gelinmez zaten.
Kitabınızda ilgi çekici şöyle bir laf var: Cumhuriyet’in kurucularına 35’imden sonra minnet duymaya başladım. Nedir bunun anlamı, açabilir misiniz?
Bu konularda her zaman şöyle yapmak lazım, herkesi, her olayı kendi dönemi bağlamında ele almamız lazım. Bugünün özgürlükçe dünyasının koşullarıyla Atatürk’e baktığımız zaman bize diktatör olarak görülebilir, ama o günün şartlarına bakmamız lazım. Neye minnet duyduğuma gelirsek, meğer benim yapmaya çalıştığım bir şey, yani inançla memleket meselelerini çözme çabası Türkiye için bir felaketmiş. Bunu Cumhuriyet’in kuruluş döneminde görmüşler. Osmanlı bunun için yıkılmış zaten, inanç ayak bağı olmuş, sanayi devrimine ayak uydurulamayıp yıkılmanın önüne geçilememiş. Bunun nedeni işte falan şey dine uyar mı, faiz caiz mi, matbaayı alalım mı gibi sorularla boğuşmak. Bu şartlar altında bir grup insan geliyor ve tam da bizim bugün içine düştüğümüz sıkıntıyı aşmak için ortaya bir şey koyuyor. Çıkardığı şey eksik olabilir ama esas olan temel felsefe. İnanç toplumsal hayatta belirleyici norm olmayacak. Demokrasi olacak, özgürlük olcak, hukuk olacak. Tamam bunları tam yapamamış elbette. Şimdi ben bunu anlamamışım.
Peki bunu nasıl anlamadınız?
Asıl soru şu: Nasıl oluyor da Atatürkçülerin iktidarında ben Atatürk’ü anlayamıyorum? Çünkü Atatürkçüler bana hiçbir zaman Atatürk’ü anlatmadılar, Atatürkçülük yaptılar, bunu dine karşı kullandılar, rakı içmeyi Atatürkçülük olarak gösterdiler topluma. Bir yaşam tarzı dayattılar. Ben de bunu kabul etmedim, benim kendi yaşam tarzım var dedim. Şimdi nasıl ki Ak Parti’ye bakarak İslamcılık buysa ben İslamcı değilim diyorsa, geçmişte de Atatürkçülerin uygulamalarından dolayı muhafazakar kesim Atatürk’ten soğudu. Bugün ben İslamcıların iktidarında Atatürk’ü anlama imkanına kavuştum. Çünkü Atatürkçülük istismar edilen bir değer olmaktan, bir dayatma olmaktan çıkmıştı. Ben de baktım ve o dönem Cumhuriyet’in kurucularının doğru bir şey yaptığını gördüm. Felsefe çok doğruymuş. İslamcılar da bugün toplumun dinle olan mesafesinin bu kadar açılmış olmasından dolayı utanç duymalılar. Ama yapmıyorlar çünkü dertleri İslam değil. Nasıl ki geçmiştekilerin derdi Atatürk’ün değerleri değilse. Atatürk gerçekten hem İslamcıların hem de Atatürkçülerin mağduru. Mağdur bir lider var. İyilik yapmış, kendince bir felsefe koymuş, yokluktan bir ülke çıkarmış, fakat onu gerçekten anlamamış, sadece onu istismar edenle ona karşıt olanların arasında kalmış.
Sizin tarif ettiğiniz şekilde, insanların laiklik temelinde orta noktada buluşabileceği platformlar daha önce oluşmadı mı? Mesela Gezi böyle bir platform değil miydi?
Bence Gezi ‘onurlu çıkış’ın tam toplandığı yer. Her görüşten insan var, özellikle gençler var. Özgürlük istiyorlar, bağımsızlık istiyorlar. Orada artık kimlikler yok, Atatürkçülük, İslamcılık, dindarlık, Alevilik, Kürtlük. Orada bir şey var: Özgürlük. Yeni dünyanın bir parçası olmanın talebi var.
Toplumun buluşabileceği böyle bir orta noktada çevre, toplumsal cinsiyet, kent hakkı gibi bazı önemli konular da var. Dindar kesimin bu konularda yeterince güçlü bir sivil toplum oluşturabildiğini düşünüyor musunuz?
Hayır, çünkü İslamcılar benim ortaokul yıllarında tanıştığım düşünce tarzına hapsolup kaldılar. Belli bir düşünce tarzına hapsoldular, bu biraz da savunma refleksiyle oldu. Yeniye adım atacak güçleri yok. İslamcılar iktidardan uzakken var olma refleksiyle hareket ettikleri için düşünceye dayalı değil bu reflekse uygun şekilde hareket ettiler. Şimdiyse yine düşünceye dayalı değil, iktidarın temelinde, benim ortaokul yıllarındaki düşünce sistemi hakim, ben o zaman eğitime nasıl bakıyorsam onlar da aynı, ben o zaman kadına nasıl bakıyorsam onlar da yine aynı… Dış politikaya, “Bunlar Hristiyan, bunlardan dost olmaz” diye bakıyordum onlar da aynı. Öteki dediğim kesimlere “Bunlar bizden değil” diye bakıyordum, onlar da aynı. Bu düşünceyi geliştiremediler, dönüşemediler, bu dönüşümü sağlamak güçtür, ama şu da bir gerçek ki düşünce de inançtan üstündür. İnanç bir şeyi alıp kabul etmektir, düşüncede sorgulama, araştırma akıl vardır. Onlar inançta kaldı düşünceye geçemedi.
Peki böyle bir durumda mutlular mı?
Hiçbiri mutlu değil. Ben Tayyip Erdoğan’ın da mutlu uyuduğuna inanmıyorum. Erdoğan bugün Türkiye’nin en mutsuz insanı. En çok korkanı, en karamsarı, o toplumdan daha fazla sıkışmış, iktidara sıkışmış, ne ileri gidebiliyor, ne geri. Ne bu süreçten önce yıllarca savunduğu değerleri uygulayabiliyor, ne de onlardan vazgeçebiliyor, tam anlamıyla sıkışmış durumda. Türkiye’nin bu ‘onurlu çıkış’ta Erdoğan’ı da oradan kurtarması gerekiyor. Erdoğan’ı kurtarmak demek Türkiye’yi kurtarmak demektir. Çünkü Erdoğan’ı ülke olarak bulunduğu sıkışmışlıktan kurtarırsak, o bataklıktan, hepimiz kurtulmuş oluruz. AKP’lilerin önemli bir kısmı da orada rehin. Erdoğan’ın kendisi iktidara rehin, AKP’liler de ona. Bizlerse Türkiye olarak hepsine ve Erdoğan’a rehiniz. Erdoğan bir neden değil, Erdoğan bir sonuç.
Bu son cümlenizi biraz açar mısınız?
Türkiye bahsetmiş olduğum o kafeslerde yaşayan insanların adaleti yok etmesi, bizden dedikleri kişileri kayırması, hukuksuzluğu, eşitsizliği, haksızlığı, bütün bunların birikimi ortaya sorunlu bir insan türü ortaya çıkardı. Erdoğan’sa şu an bu sorunlu insan tipinin temsilcisi olarak iktidarda. Sorunlu derken, kendiyle barışık olmayan, içinde açlık besleyen, öfkesi olan, bu sadece dindarlar değil, bu grubun içine çeşitli kesimlerden bir sürü insan katabiliriz. Mesela seküler kesimden insanlar tanıyorum, “Yeter ki ekonomi düzgün olsun Erdoğan kalsın” diyor. Ulusalcılar var şu anda, Erdoğan’ın bugün en büyük destekçisi ulusalcı kesim. Erdoğan’a kızamayız sadece, biz toplum olarak ürettik ve şimdi kızıyoruz, ama biz ürettik başkası değil ki. Erdoğan uzaydan gelmedi. Erdoğan senin tornandan çıktı. Buradaki tornaya laf etmeyip sonuca kızmak olmaz.
Siz kolayca ‘çıkmışsınız’ ama insanlar böyle cesaret gösteremiyor.
Şimdi ortam daha müsait, benim çıkma dönemim AK Parti’nin iktidara gelme dönemi. Ben tam da bütün imkanların sunulduğu bir dönemde arkamı döndüm. Şimdi bir iflas yaşanıyor ve daha kolay. Benim 10 sene önce yazdıklarımı bana o gün “Erdoğan düşmanı” diyenler yazıyor. “Bu gidiş ülkeyi cehenneme götürür” dediğim yazıları şimdi İslamcı kesimdekiler yeni yazıyor. Şimdi artık ‘umut yok, düzelmeyecek’ aşamasına gelinmiş. Benimki en zor dönemde. Hayatımı karşıma almışım. Zihnim başka bir şey söylüyor, bedenim başka bir hayat yaşıyor. Bunu göze almışım. Gittiğim mekanlar, dinlediğim müzik… Zihnim o kadar hızlı değişiyordu ki hayatım buna ayak uyduramıyordu, çok zorluk çektim. Ama şimdi çok daha kolay, insanlar zaten vazgeçmiş bir itici güç bekliyorlar.
Peki bugün farklı kesimler arasında diyalog mümkün mü hakikaten, çok fazla kavga edilmedi mi, laiklerin islamcılarla bir araya gelmesi mümkün mü?
Mümkünlük başka mecburiyet başka, diyelim ki mümkün değil, o zaman bütün toplum, herkes ölene kadar berbat bir hayat yaşayıp gidecek. Hepimizin ortak noktası şu: Bu ülkenin vatandaşlarıyız. Bir anlamda buna mecburuz. Ama mümkün mü kısmına geleyim. Mümkün. Toplum bütün kanaat önderlerinden bu konuda çok önde. Sadece sorun orta çağdan kalma bu hastalıklı kafaya mensup sözcüler. Onlar toplumu kamplara çekiyor, çünkü kendi böyle var oluyor. Atatürkçülük giderse kendi köşe yazarı olamayacak. İslamcılık olmasa, kimsenin dönüp bakmayacağı insanlar kanaat önderi oluyor. Kürt hareketi diye bir şey olmasa yazarlığı kalmayacak insanlar var. Ben kutuplaşmanın üç günde biteceğine inanıyorum. Ben değil “Biz” diyen, “Biz” dediğinde Türkiye’yi kasteden, bu ülkenin vatandaşı olmak onun için ortak değeri olan bir siyasi anlayış çıksın, “Biz” desin, iki günde kutuplaşma biter. Çünkü Atatürkçülük demek dindarlığın karşıtlığı değil ki, ya da dindar demek şeriat istiyor demek değil ki. İnsanların içindeki bu iyiliği kabartıcı bir atmosfer oluşturmak lazım. Oluşur mu? Oluşmak zorunda.