HÜRREM SÖNMEZ
Öldürmek üzerine kısa bir film izledik geçtiğimiz günlerde, dizüstü bilgisayarlarımızdan, cep telefonlarımızdan.
Film dediysem kurgu veya canlandırma değildi, tüm olanlar gerçek bir hikayeydi. Genç bir kadının öldürülmesi parmağımızın ucu kadar yakındı ve gerçekler kurguların önüne geçmişti çoktan. “Bilmiyorduk” diyemeyecekti artık kimse.
O görüntüleri izlerken 1991 senesi eylül ayına döndüm, 17 yaşıma. İstanbul’a yeni gelmiştim üniversite okumaya, politik bir bilincim yoktu, devletin polisinin kendi vatandaşını bilerek isteyerek öldürebileceği bilgisine de sahip değildim.
Seher Şahin benim yaşlarımda bir öğrenciydi; solcuydu, polisler öğrencisi olduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nin 3’üncü katından attılar Seher Şahin’i. “Düştü” dediler sonra.
‘Kaderi benzemesin’ diyecek fırsatımız olmadı
Ben öyle öğrendim ‘idare hukuku’nun karanlık yüzünü. Hiç tanımadığım Seher’le başladım ‘devlet dersi‘ne. Sonra ne zaman ‘Seher Yeli Kız’ şarkısını duysam, 1991 yılı eylül ayını hatırladım.
Şimdi aradan 24 yıl geçtikten sonra kömür gözlü Seher gibi bakıyordu Dilek Doğan. ‘Kaderi benzemesin’ diyecek fırsatımız olmadı. Ülkemizde bazı kaderler benzerlik gösterir.
Dilek Doğan 25 yaşında bir genç kadındı. İki ay önce İstanbul Sarıyer’deki evinde polis kurşunuyla vuruldu, hastanede öldü. Dilek Doğan vurulduğunda kimi, “Çatışma sırasında yaralı olarak ele geçirildi” yazdı, kimi “Canlı bombayla fotoğrafı var” dedi ve ekledi: “Operasyon sırasında yaşanan arbedede vuruldu.”
Bu ahlak yoksunu medya, bu vicdan yoksunu insanlar o görüntüleri izlediklerinde ne hissettiler acaba? Utandılar mı hiç mesela? Zannetmiyorum.
‘Kızımı vurdular’
Çatışma yok görüntülerde, sabaha karşı evlerine baskın yapılmış pijamalı insanlar var. Ev halkıyla polis arasında geçen konuşmaları duyuyoruz; “Tamam arayın, ilk defa yaşamıyoruz” diyor ağabeyi, arama yapılıyor bu arada, görüyoruz, engelleme yok, arbede yok. Sonra, “Ne dedim ben sana” diye bağıran polis ve patlayan silah…
Bir kısım medyanın yazdığı hiçbir şey yok o görüntülerde, bir ailenin kızlarının gözleri önünde öldürülmesi var. Üzülmelerini geçtik telaşa bile kapılmayan, sadece kendini kurtarma derdine düşen polislerin ambulans çağırmak yerine “Kelepçe kelepçe” diye bağrışları var ve Dilek’in annesinin yüreğimizi yakan feryatları: “Kızımı vurdular.”
O görüntülerde her şey var, görmek isteyen gözler için. Bu nasıl bir devlettir ki kaçıncı kez gözünü kırpmadan vatandaşını öldürüyor diye sormak isteyen için.
İçimiz kördüğüm artık yaşayıp gördüklerimizden. Hepsi birbirine ekleniyor, bir yerde vurulmuş hamile bir kadın, bir başka yerde gülümseyen bir çocuk, ötede Dilek Doğan’ın annesinin çığlıkları. Memleketimizin toprağından öfke ve keder yayılıyor gökyüzüne.
Mesele ölenin kimliği midir?
İstanbul’un bir mahallesinde yaşanan bu infaz görüntülerini izleyenler, Türkiye’nin doğusundan gelen o “Cami yıktılar”, “Kur’an yaktılar, kendileri vurdular” haberleri üstüne tekrar düşünüyorlar mı acaba? Bu ahlaksız medya üstüne kafa yoruyorlar mı?
“Devlet de ne yapsın operasyon yapmasın mı, kamu düzenini tesis etmesin mi?” diyenlere şunu sormalı: Gerekçe midir yoksa yöntem ve sonuç mudur meşruiyetini tartışmamız gereken? Mesele ölenin kimliği midir yoksa devletin bir kökleşmiş politika olarak vatandaşını öldürmekten imtina etmemesi mi? Zira biliyoruz ki irade öldürmekten çekinmemek, öldüreni koruyup kollamak ise gerekçe bir şekil bulunur. Resmi tarihimiz bir tür gerekçeler çöplüğüdür: ‘Kendini camdan attı, duvardan düştü, çatışmada öldü, zaten teröristti.’
Gerçeğin olmadığı yerde adalet olmaz
Ben de bilmezdim bir vakitler, gazetelerin televizyonların, resmi açıklamaların yalanlar söyleyebileceğini, devletin kendi halkına karşı suç işleyebileceğini. Çocuktum zira, 17 yaşıma geldiğimde öğrendim. Kalan hayatımı da hâlâ aynı şeyleri yazan o gazeteleri okuyan, kendilerine anlatılanları sorgusuz sualsiz ‘doğru‘ kabul eden yetişkinlerin ruh halini anlamaya çalışarak geçirdim.
Gazeteci İrfan Aktan geçen gün okuduğum ‘Gaddarlık Zamanının Suskunları‘ başlıklı şahane yazısında hepimize mühim bir hatırlatma yapıyor: “Yüz yıldır devlet ve ona biat etmiş kadrolar aynı yalana birbirini inandırıp, bu yalana iştirak etmeyenleri de hainlikle, işbirlikçilikle, satılmışlıkla yaftalıyor, hedef haline getiriyor; ya tecrit ediyor, ya biat ettiriyor veya hapsediyor.”
Gerçeğin olmadığı yerde adalet olmaz. Boyun eğmemenin ön koşulu gerçeğin peşine düşmektir. Siz ‘aşırı muhalif‘ gazetenin geçtiğimiz yüzyıl içinde fazla bir değişiklik göstermeyen resmi bültenlerini okuyor, devlet tornasının nadide yontması yazarlarını bayıla bayıla paylaşıyorsanız, sizin muktedirin dili ve otoriter yöntemleriyle değil, sadece kimliğiyle meseleniz var demektir.
Hep aynı yalanlar
Muktedirler hep aynı yalanları söylediler ve ne acı ki daima onlara inanamaya hazır bekleyen yığınlar buldular karşılığında. Ama gerçeğin yakıcılığıyla daha el kadar bebe iken tanışmak zorunda kalan çocuklar var bu ülkede. Onlar bizden çok daha iyi tanıyor, yaşayarak öğrendikleri bu devleti…
Size anlatılanların doğruluğuna inanmak da bir seçimdir hayatta, bazen sadece ‘Neden’ diye sormayarak da taraf olabilir insan. Tıpkı yukarıda alıntıladığım yazısında İrfan Aktan’ın dediği gibi “Biat, muktedirin yalanına inanarak başlar.”