
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Bugünlerde bir konudan bahis açıp ucundan bucağından ekonomiye değinmemek mümkün değil. Tüm tartışmaların bir yerinden zuhur eden ‘yerlilik ve millilik‘ meselesi burada da ana eksene oturmuş görünüyor.
Çoğunlukla dış politika konularına ağırlık vermeye çalışıyorum ama ekonominin böylesine güvenlikleştirildiği bir zeminde söz söyleme hakkım ortaya çıktı. Dolayısıyla ‘Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk‘ iktidarın Çin-Katar eksenine yolculuğunu incelemeye çalışacağım.
Memleketin iktisaden Batı’ya açılması, başkalarının parasıyla çarkların çevrilebilmesi bugünlere ait bir konu değil. Haydi konuyu kapitülasyonlara kadar götürmeyelim ama daha Kırım Savaşı’ndan itibaren Devlet-i Ali, Avrupalı bankerlerden borç almış, sadece harp masrafları için değil daha sonra saray inşa maliyetlerinden cari harcamalarının karşılanmasına türlü amaçlarla yabancılara müracaat etmişti. Öyle ki çeyrek yüzyıl dolmadan topu diken Osmanlı maliyesi, devletin son yıllarına kadar vesayet halinden kurtulamamıştı.
Cumhuriyeti kuran kadroların en büyük dertlerinden birisi bu boyunduruktan kurtulmak, memleketi kendi ayakları üzerinde durur hale getirmekti. Liberal politikalara kuşkuyla yaklaşan birçok kişinin örnek gösterdiği bu asır-ı saadet döneminin halk nezdinde pek beğenilmediği anlaşılıyor. Elbette Dünya Savaşı yıllarının etkisi bu olumsuz algının oluşmasına katkıda bulunmuştur ama Türkiye kendi yağıyla kavrulmaya kalktığında ortaya çıkan tablo pek iç açıcı olmamıştır.
Çok partili rejime geçiş ve muhafazakâr kesimin gözdesi Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi aynı zamanda yeniden dünyaya açılma yıllarıdır. Bugünlerde, ‘en bir dindar hükümet‘in birdenbire ulusalcı ekonomi politikalarına direksiyon kırmasına rağmen, muhafazakâr siyasetin fıtratında böylesine içe kapanmacılığın olmadığı pekâlâ söylenebilir.
50’li yıllarda Marshall yardımıyla memlekete akan dış kaynak ekonomiyi kısa süreliğine uçurmuş, çeşmenin suyu kesilmeye yüz tutunca da duvara çarpılmıştır. Yine de merkez sağ siyasetin temsilcileri her zaman en dışa açık, en Batı yönelimli politikaların savunucuları olmaya devam edeceklerdir. 24 Ocak 1980’de ekonomiyi küresel sisteme derinlemesine entegre etme yolunda önemli bir kilometre taşı geçilirken, bunu Türkiye’nin Batı’yla iktisadi ve politik bütünleşmesinden ayırt etmek mümkün değildir. Kararların mimarı Turgut Özal daha sonra Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı döneminde bu sürecin devamını getirecektir. O Özal, muhafazakarların çoğunlukla hayırla andığı, Erdoğan’ı destekleyenlerin ‘astınız, zehirlediniz, yedirmeyiz‘ üçlemesindeki zehirlendiği iddia edilerek gönül bağı kurdukları siyasetçidir.
Adalet ve Kalkınma Partisi de iktidardaki serüvenine farklı bir çizgide başlamamıştır. Türkiye’de 2001 krizi sonrası uygulanan Derviş reformlarına herkesten çok sahip çıkan iktidar partisi, küresel ekonomik sisteme entegrasyonla ilgili hemen hiçbir rezerv koymamıştır. İktidarın, piyasaların sevgilisi olduğu dönemde Türkiye’ye her yıl on milyarlarca dolar sermaye akışı olmuş, ekonomi bu taşıma su dalgalarının üstünde sörf yaparken bir şikâyet duyulmamıştır. Bu ekonomik yönelimin tamamlayıcısı Batı’yla kurulan can ciğer kuzu sarması ilişkilerdir.
Evet, AB üyelik sürecinin en başından itibaren su koyuverme eğilimindedir ama hükümet yetkilerinin “Mühim olan üyelik süreci, sonucun nereye vardığına bakmayalım” ya da “Kopenhag kriterleri olmazsa, Ankara kriterleri ile aynen yolumuza devam ederiz” sözlerini hala hatırlıyoruz. ABD ile ilişkiler de 2003 Irak savaşı sonrası yaşanan kriz bir kenara konularak sıcak bir zeminde yürütülecektir. Obama yönetimi ilk döneminde Türkiye’yi tüm İslam ülkelerine örnek olabilecek demokratik ve müreffeh bir ülke olarak övmektedir.
Bütün bunlar zaten bildiğimiz, Batı’yla sıkı dostluktan itişmeye dönüşen sürecin aşamaları. Erdoğan hükümetinin Batılı müttefiklerimizle yaşadığı krizin merkez üssü son zamanlara kadar ekonomi olmadı. Suriye’deki anlaşmazlıkların, Doğu Akdeniz’de, Libya’da fikir ayrılıklarının dış politika zemininde yürüdüğünü belirtelim. Ekonomik performanstaki dalgalanmalarsa daha çok uygulamadan kaynaklı sorunlar gibi gözüktü. Papaz Brunson ve Kavala ile ilgili bildiri yayınlayan elçiliklerden doğan krizler piyasada çalkantı yarattı ama bunlarda siyasi faktörler sebep, ekonomi sonuçtu.
Son zamanlarda geçtiğimiz dönemeç bu açıdan öncekilerden farklı bir görüntü arz ediyor.
Öncelikle Türkiye ekonomisi, faiz-enflasyon ilişkisi gibi daha teknik tartışmalar üzerinden değil, milli bir atılım üzerinden ele alınıyor. MGK bildirisinde de bu hususa değinilmesi ve artık hayatımızın her alanına giren beka kaygılarının mutfakta, pazarda alışverişte de karşımıza çıkması bunu doğruluyor. İddialara göre milli bir ekonomi politikasıyla Türkiye on yıllardır devam eden köşeye sıkışmışlık halinden sıyrılacak, kısa bir fedakârlık döneminin ardından Ergenekon’dan çıkarcasına nurlu ufuklara kanat çırpacak. Önümüze konan modelse Tarkan ve Atıl Kurt’a nispet yaparcasına Çin modeli.
Kronik olarak tasarruf açığı olan ve yabancı sermayeye muhtaç olan Türkiye ekonomisi, artık bu kırılganlığı giderip Çinliler gibi dünyanın üretim üssü olacak. Pandemi sebebiyle tedarik zincirlerindeki yeniden yapılandırma da fırsat olarak kullanılacak. Kabul edelim ki, Küba veya Kuzey Kore modellerinde olduğu gibi küresel piyasalardan tamamen kopuş değil, bambaşka bir entegrasyon biçimi öneriliyor. Ancak devletçi iktisat mantığına göre bu yeni model Türkiye’nin Batı karşısındaki kırılganlığını azaltacak, ülkeyi ekonomisi üzerinden şantaja uğrama zulmünden kurtaracak. Bu dönüşüm sürecinde muhtaç olduğumuz kudret ise bu seferlik damarlarımızda akan kanda değil, petrol ve doğalgaz zengini prensliklerde aranıyor.
15 Temmuz’un sponsoru olduğu için gönül koyduğumuz Birleşik Arap Emirlikleri’yle yapılan zemin yoklamasından sonra, bölgedeki en önemli partnerimiz Katar’la da yeniden taze kaynak girişi amaçlı görüşmeler yapıldı. Katar’ın bugüne kadar gerek Merkez Bankaları arası swap anlaşmaları, gerek savunma sanayii ve gayrimenkul gibi kalemler üzerinden para girişleri düşünüldüğünde bize biraz daha çıkma yapmaları ihtimal dışı değil. Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs yönetimi tarafından açılan sahalarda ExxonMobil’le beraber sondaj yapmak gibi densizliklerini de mevcut koşullar altında görmezden gelmek gerekiyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neredeyse 20 yıllık bir sürecin sonunda bulduğu bu politikaları eleştirenler de mandacı ekonomistler oluyor elbette. Mütareke yıllarındaki Damat Ferit hükümeti gibi Batı’ya yaltaklanarak durumu idare etmek istiyorlar ama doğru pozisyon, bu bakış açısına göre, elbette yerli ve milli iktidarın yanı.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Cumhuriyet tarihinin en çok cari açık veren, yurt dışından en çok sermaye ithal eden hükümeti nasıl oldu da Kuvayı Milliye tipi ekonomi politikalarını keşfetti?
Anlaşılan o ki Türkiye ekonomisi artık doğrudan sermaye yatırımlarını çekemiyor. Gele gele yüksek faizden kısa vade getiri sağlayan köpekbalığı fonlar çekilebiliyor. Bunu ekonomik parametrelerle açıklayanlar hukuk devletinin erozyonu, günden güne değişen ekonomi politikaları, kurumların yıpranması gibi birçok konuya değiniyor. Erdoğan’ın kulağına fısıldayan ‘milli‘ danışmanlar ise sanırım, “Efendim, Çin’de demokrasi mi var? Bakın sermaye oraya nasıl tıpış tıpış gidiyor. Onlar gibi olabiliriz” diyor. Çin’in ekonomik modeli, Katar’ın parasıyla gideceğimiz yön de bu ülkelerin siyasi sistemine doğru kaçınılmaz olarak eviriliyor.
Ben yine de küçük bir uyarıda bulunayım. ‘Yerli ve milli‘ sıfatıyla boy gösteren bu danışmanların Suriye, S-400, Doğu Akdeniz konularındaki önerilerinin ve tahminlerinin başarı oranını bir kenara not etmekte fayda var. Endişem, bu yeni cin fikirlerin dış politikadaki bozgunları fersah fersah geride bırakacağı yönünde. Ben Tarkan’ı Çinli prensese çok güvenmemesi konusunda uyarayım da sonrası kendi bileceği iş.