ARDA EKŞİGİL
“İnşallah onların bu kabuslarını hiç bitirmeyeceğiz” diye haykırdı Erdoğan milletine. “Buna hazır mıyız?” Milleti coşkuyla “Evet” diye karşılık verdi çağrıya. Sandıklar, iştahla ‘mezar edildi’ birilerine.
Memleketin yarısına tekabül eden ‘birileri’nin kabusu, kalan yarısını temsil eden ‘birileri’nin rüyası.
‘Kabus yaşatma’ andı, iktidarın gerçekleştireceğinden emin olduğumuz tek vaadi.
‘Hiç bitirilmeyecek kabus’ koğuşunun gediklileri olarak biliriz; kabus bir sürüklenme halidir. İnsanın iradesi dışında gelişen felaketlerin içine çekilmesi, düştüğü kuyunun derinliğini ölçebilmesine, sürüklendiği vaziyetin grotesk manasızlığının farkında olmasına rağmen içinden çıkamaması, başa geleni çaresizce çekmesi, maruz kalması; facia ve kötülüğü dili mühürlenmiş, eli kolu bağlanmış vaziyette önce tanık, daha sonra da mahkum sandalyesinden seyretmesi. Yükselen sel suyunun altında kalmayı, kurbanlık koyun gibi mezbaha yoluna koyulmayı beklemesi. Tek adam rejiminin yarattığı çatlak sıvanın, çökmeyi bekleyen tavanın, kesilen kolonların altında tedirginlikle yudumlaması çayını.
Seçim, bu anlamda sıkça ifade edildiği üzere, ‘kabustan çıkma’nın yoluydu her şeyden önce. Edilgenliğin aşıldığı, eylemin mümkün, hatta zaruri sayıldığı o son (?) dönemeçti. İktidarın toplumu gömdüğü mezardan ölü toprağını atmak, silkelenmek, kaderini tayin etme fırsatını yakalamaktı. Hoyratça devrilen masaları usulca kaldırmaya, koltuk kapmaca oynayan muhalefet temsilcilerinin dargörüşlülüğüne gönül indirerek, atların güle oynaya Üsküdar’a geçmesini engellemek için sandık başında nöbet tutmaktı.
Kabustan uyanabilmek için çırpınan toplum son yıllarında, göğsünde ağırlığını günden güne arttıran karabasandan kurtulabilmek adına ‘seçimden önce karışıklık işlerine yarar’ diyerek iktidarın bir yığın küçük düşürücü, kaba, adaletsiz -hatta şeytani- küfür, tekme ve tokadını cevapsız bıraktı, dişlerini sıkarak görmezden geldi. İktidarın tezviratıyla muhalefetin feryadının kesiştiği yegane noktalardan biri, toplumun -hangi ‘takımı’ tutarsa tutsun- adı gibi bildiği tek ve mutlak hakikat, ‘(birileri için) kabus devam edecek’ şiarıydı kuşkusuz.
Kabustan çıkabilmek adına yürütülen bu ‘stratejik ricat’ operasyonu, seçim yenilgisiyle anlamsızlaştı. Temkinli bir umudun yerini güçlü bir beklentiye, beklentininse yerini beklenmedikşedit bir hayal kırıklığına bıraktığını gören (muhalif) topluluk, kabusun öngörülebilir sürekliliği karşısında dehşete kapılarak felç oldu evvela. İstikbaline baktıkça mücrim gibi titrerken, belki de hayatta kalma (ve zihinsel bütünlüğünü koruma) stratejisi olarak ‘müstahaklar’ söylemine sarıldı. ‘Her toplum hak ettiği gibi yönetilir’ dedi yüzünü ekşiterek. Hüzün, öfke, kafa karışıklığı, bıkkınlık, isyan ve tevekkül karışımı bir kokteyl içti ve uykunun rahatlatıcı kollarına, gerçeklikten azade ufuklara bıraktı kendini. Arada yatağından doğrulup göz ucuyla süzdü akmaya devam eden hayatı. Küskün bir ifadeyle ‘bu millet için değmez, demek ki istedikleri buymuş’ dedi ve yorganı başının üstüne geçirdi.
Son nefes borusunun da tıkanmasıyla cenin pozisyonunda bitkisel hayata geçen, ‘her şeyden elini ayağını çekip’ günlük yaşam mücadelesi hattına tutunan muhalif artık kendi kovuğuna sığınacak, hücresinin sürgüsünü çekecek kendi eliyle. İmkanı olan, alabildiği vize kadar nefes alacak. Alamayan, rant ve pudra baronlarının oyun alanına dönmüş kıyılarından, imara açık doğasından, SİHA uçurtma gayretinden yangın uçağı kaldıramayan ‘devlet aklından’ uzaklaşmak için daldıracak başını Netflix ‘içeriğine’. Pul olmuş geleceğini düşünmeden Instagram’da hayalini kuracak filtreli ama özgür yaşamların.
‘Kabuğuna çekilip’ (artık) kişisel hedef ve gayelerinin peşinde koşmaya hazırlanan muhalifin aklından def etmeye çalıştığı acı gerçeği unutmamalı. Kabus siyaseti, kabukları parçalar. Bu topraklarda ‘birileri’nin siyasetten uzaklaşma, hakikatten kopma, nöbet başında uyuya kalma lüksü yok.
‘Vaziyet olgunlaşınca’ evimizin mahremiyetinde, ‘kendi halimizde’ uzandığımız divanda aldığımız cenin pozisyonunun günah ilan edileceğini 20 yıldır aynı kabusun tüm sezonlarını izleyen yıllanmış izleyiciler olarak pekala biliyoruz. Kabusların içinde pembe rüya cepleri oluşturmanın, kumdan kale inşa etmek kadar nafile olduğunu da.
Suya sabuna dokunmadan, gözlerden ırak, korunaklı kabuklarımızın sıcaklığında mayışırken o sert görünen yüzeylerin aslında ne kadar ince, kırılgan ve ‘birileri’ için iştah açıcı olduğunu akıldan çıkarmayalım.
İktidarın, salyangoz dışında yemeyeceği kabuklu yok.