MURAT SEVİNÇ
Dün gece onlarca insan, İstanbul’un göbeğinde halk düşmanları tarafından katledildikten sonra yazılan yazı…
Başlıktaki ifade, büyük anayasa hukukçusu ve tarihçisi rahmetli Tarık Zafer Tunaya’nın bir kitabının (ilk baskısı 1979, Çağdaş Yayınları) başlığı. Tunaya başlığı neden koyduğunu şu cümlelerle anlatır: “Paris’in şirin müzelerinden birinde, Karnavale’de, Fransız İhtilaline ilişkin eşyaları ve belgeleri seyrediyordum. Gözlerim salonun bir köşesine özenle yerleştirilmiş küçük bir kitaba takıldı. Altındaki etikete eğildim ve okudum: 1791 Anayasası. Fransa’nın ilk yazılı anayasası. Biraz daha dikkatle bakınca alt satırdaki şu müthiş cümle beni dondurdu: ‘İnsan derisi ile kaplanmıştır.“
Tunaya’yı etkileyen, küçük anayasa kitapçıklarının, özgürlük mücadelesinin hiç de bedava olmadığının böylesine derin ve çarpıcı bir ifadeyle anlatılmış oluşudur.
Bir iki satır sonrasında Tunaya’nın kendisi de ‘mücadeleye dair’ aynı ölçüde can alıcı bir cümle kurar: “Hürriyetsiz yaşamaktansa, Londra Kalesi’nin bir kişinin zor sığabileceği hücrelerinde, zalimlerin dünyasından nefret ederek, kalın duvarlara tırnakları ile siyasal vasiyetlerini yazanların savaşıdır bu… Hürriyetsiz yaşamaktansa, 1620’de Küçücük May Flower yelkenlisiyle Atlantiğin sonsuzluğuna atılmayı seçenlerin (Ada’dan Amerika’ya göçenleri kastediyor), uşak olmaktansa Magosa zindanında yaşamayı (Namık Kemal’i kastediyor) seçenlerin savaşı…”
Hoca’nın sözünü ettiği mücadelenin sonucudur, burjuvazinin (Kral ve Kilise’ye karşı mücadelesinde) hak ve özgürlükleri hem ‘sözleşmeye bağlamak’ istemesi hem de özgülükleri kâğıda dökmek ‘zorunda’ kalması. Bu nedenle anayasalar, insan derisiyle kaplıdır. Yüzyıllarca dökülen kanın, yitirilen canların, görülen işkencelerin, ‘söz’ olup bir kitapçığa sığmasıdır.
Dün akşam, iki ‘şey’ oldu Türkiye’de.
Akşama doğru bir anayasa değişikliği önerisi sunuldu TBMM başkanlığına. Üçüncü MC’nin, meclisteki iki partiyi ve toplumun geri kalanını dışlayarak üzerinde ‘anlaştığı’ öneri. Namık Kemal’in Magosa Kalesi’ndeki zindanda geçirdiği yıllara ve anayasa tarihimize sövercesine.
Ardından, gece vakti ikincisi. Haritadan anladığım kadarıyla bizim Beleştepe’nin hemen önünde. İlk gençlik yıllarının Beleştepe’si. İstanbul’da yaşayan Beşiktaşlılar bilir; İnönü stadına henüz bir telefon firmasının adının verilmediği haysiyetli yıllarda, gündüz maçlarına giremeyen ya da para denkleştiremeyenlerin, maçın yaklaşık yarısını izlediği ve kalan yarısını tahayyül ettiği bir tepeydi orası! Sanırım tam onun önünde paramparça ettiler insanları. Bir kez daha. Kamu görevlisi, çoluk çocuk. Bir kez daha. Yaşamımızda hiçbir güzel anı kalmasın, tek bir iyi şey, mekân, insan hatırlamayalım isteniyor sanki.
Sabah baktım, kimi insanlar kimi isimlere ve havuz medyasına çok tepkili. Birileri hemen patlama ardından konuyu Gezi’ye bağlamış TV ekranında. E tabii bağlayacak, onların işi bu. Meğer söz konusu şahsın 17 Aralık sonrası Cemaat ‘övgülü’ tweeti de varmış. Bu da doğal çünkü en saçma ve dalkavukça açıklamaları yapanları biraz kazıyınca genellikle benzer hikâyeler çıkıyor.
Diğeri, anne babası zamanında Kenan Evren’e övgüler düzerek davet veren gazeteciler olup kendisinin ne iş yaptığını bilmediğim biri. O da katliamı ‘başkanlığa saldırı’ olarak sunmuş. Dedim ya herkes görevini yerine getiriyor. Bulundukları yer her neresiyse hak etmeliler.
Sonuncusu, anayasa hukukçusu sıfatını taşıyor. Katliamdan bir saat sonra, başkanlık sisteminin hayırlı olmasını dilemiş. Hepiniz tanıyorsunuz, üzerine daha fazla cümle kurmaya gerek yok.
Havuz medyası cumhur-başkanlık manşetleriyle çıktı bu sabah.
Dün gece binlerce tweet atılmış, kahredilmiş, küfredilmiş, lanet okunmuş, intikam yeminleri içilmiş. Hangi örgütün yaptığına dair ‘tahmini’ cümleler kurulmuş. Belli ki ona göre ‘saf tutacak’ toplumun bir kesimi; kendisinin sempati duyduğu barbarı sahiplenecek demek ki, değilse basacak küfrü, bir kez daha lanet okuyacak. Vay be. Ne memleket. Ne toplum. Peh!
Artık belli ki ortalama yurttaş, taraf tutma telaşı ve kudurganlığıyla, sükûnete ve hüzne fırsat bulamıyor. Türkiye üzülemiyor artık. Türkiye, insancıl refleks veremiyor. Türkiye, Türkiye’den başka her şeye benziyor. Türkiye’nin derisi kalınlaştı ve Fransızların 1791’de anayasalarına layık gördükleri isimdeki o ‘insan derisi’ değil bu.
Şimdi, anayasa değişikliği öyle mi?
Hayır, Diken’e bu önerinin içeriğine dair teknik bir çözümleme yazmayacağım. Yazmayı REDDEDİYORUM! Ne yazık ki mesleki gerekçelerle akademik mecrada bir iki şey karalamak, derste anlatmak ve değişiklik önerisi eğer kabul edilirse kitap güncellemek zorunda kalacağım. Bunlar bizlerin mecbur olduğu saçmalıklar.
Ancak üzülmeyi dahi beceremeyen, cenazelerini ayıran bu pespaye küfür kıyamet toplumunda, bu çapsızlıkta, bu bilgisizlikte ve bu hengâmede, içeriğe dair teknik bir bilgilendirme artık bana hiç anlamlı gelmiyor. Zaten daha uzun süre TV ekranlarını dolduran, anayasa ve tarihi hakkında hemen hiçbir fikri olmayıp ne üzerine konuştuğunu dahi idrakten yoksun onlarca nohut kafalıya maruz kalacaksınız. Allah sabır ve kolaylık versin.
Önerilen değişikliğe dair şu bir iki ‘genel’ cümle, yeter de artar: Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının eti kemiği, bir kişi tarafından temsil edilen ‘bir makama’ veriliyor. Olan budur. İşte bu denli basit, bu denli açık. Kuşkusuz hiçbir uyarıyı dikkate almayıp eleştirenleri hain/terörist ilan edecek kadar kendini kaybetmiş insanlara faydası olmayacak sözlerimin. Diğer sözlerin de.
Yine de bir umut şunu söylemeliyim: Bu öyle bir öneri ki, kabul edilirse kısa süre sonra iktidar sahiplerini de pişman edecek ve kurumlar arası ilişkileri iyice içinden çıkılmaz hale getirecek. Öneri, Türkiye’yi ya mutlak tek adam yönetimine ya da içinden çıkılmaz yürütme-yasama çatışmasına götürecek.
Bunu seçilecek kişiden bağımsız söylüyorum. Seçilen kim olursa olsun, bir eksik bir fazla benzer sorunlar yaşanacak. 2010 HSYK değişikliğinin önce işlerine yaradığı ve üç yıl içinde nasıl baş belası olduğunu unutmayın. Türkiye hukuk sistemi ve anayasa gelenekleri, üç beş maddeden ibaret değil. Ama anlatamıyorsunuz işte, o zaman da anlamamışlardı. Olan, deneme tahtasına dönen Türkiye’ye oluyor. O Türkiye halkı da birbirine sövmekle meşgul.
İçeriğine girmeyeceğim öneriye dair, o öneriye neyin nasıl ‘yerleştirildiğine’ tek bir örnek vereceğim ama. Bir tek örnek. Vereceğim ki karşı karşıya olunan ‘düzenleme yapma mantığı’ iyice anlaşılsın. Hala anlamayan kaldıysa! Bu örneği ‘dikkatli’ okumanızı rica ediyorum.
Önerinin 12’nci maddesi, Anayasa’nın 116’ncı maddesine dair. Madde, seçimlerin cumhurbaşkanınca yenilenmesini hükme bağlıyor. Biliyorsunuz Cumhuriyet tarihinde ilk kez 1 Kasım 2015 seçimleri bu yöntemle yapıldı. Şimdi deniyor ki: “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.”
Türkçesi: Meclis her zaman, ‘basit çoğunlukla’ erken seçim kararı alabiliyordu. Yine aynı maddedeki değişikliğe göre artık bu kararı ‘beşte üç’ çoğunlukla alabilecek. Diyelim ki cumhurbaşkanı/başkan, ikinci kez seçildi ve artık onuncu yılını tamamlamak üzere. Tam o esnada, Allah’ın işi bu ya, erken seçim kararı alındı! Kişi, yeniden aday olabilecek ve bir kez daha seçilirse, süresi kendiliğinden 15 yıla çıkmış olacak!
Üstelik aynı önerinin 8’nci maddesi, bir kimsenin ‘en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçileceğini’ hükme bağlıyor. Hoppala! Bir maddesinde ‘en çok iki kez’ seçileceği, diğer maddesinde ‘iki defadan fazla da seçilebileceği’ öngörülmüş. Hadi buyur bakalım! Anlatabildim mi? Bunu nasıl tartışacağız peki? Niteliksizlik mi? Uyanıklık mı? Bunun bir adı var mı?
Muhterem okuyucu. İşte durum bu. Yinelemek isterim: İçeriğe dair Diken’e başkaca bir şey yazmayı, REDDEDİYORUM! Buna mukabil, söz konusu ‘metne ilişkin’ yazacağım tek şey, değişiklik önerisinin ‘Genel Gerekçe’ kısmı olacak. Bunun tek nedeni, korkunç bir dil ve mantıkla kaleme alınmış ‘Gerekçe’nin çalıştığım alanın geçmişine hakaret oluşu. O kadar da değil; Osmanlı-Türk anayasacılığı bu kadar basit, bu kadar yoksul, bu kadar ucuz değil. Memleketin anayasacılık/hukuk geçmişinin böylesine aşağılanmaması için, Gerekçe üzerine yazacağım.
Ezcümle, “Bir bütün olarak nasıl?” sorusunu artık sormazsınız sanırım. Yine de soran çıkarsa, ‘Katledilen insanına üzülme, sessiz kalma ahlakını dahi kaybetmiş bir ortalama’ için ve şu haldeki bir Türkiye’de, doğrusu sistemin ne olduğunun, hangi adı taşıdığının bir önemi yok, derim. Hâlihazırda, ‘yazılı’ olanın değeri kalmadığı kanısındayım. Artık sorun, ‘norm’ sorunu değil.
Bombayla parçalanan insanlar ‘polis/asker’ diye sevinen, ‘Gezici’ diye sevinen, ‘solcu’ diye sevinen, ‘Kürt’ diye sevinen birileri eğer kazara okuyorsa yazılarımı, defolsunlar okumasınlar. Topunun canı cehenneme. Fransız 1791 Anayasası’nın kapağında söz edilen ‘insan derisi,’ onlarınki değil…
Yazı önerisi 1: Umur Talu’nun, çok yazarın hislerine tercüman son gazete yazısı.
Yazı Önerisi 2: Meslektaşım Deniz Yıldırım’ın yazısı. Bininci kez dile getirmeli: Asgari ortak paydalar çevresinde, geçici ve bazı sürekli birlikler oluşturmak, artık bir zorunluluk.