
LEVENT GÜLTEKİN
acikcenk@gmail.com
@acikcenk
PKK ile çatışmaların yoğun olduğu 80’lerin ortasında Anadolu’nun küçük bir kasabasında 13-14 yaşlarında bir çocuktum. Babam Kürt, annem Türk’tü ama bu kimlikler bizim için bir anlam ifade etmiyordu. Daha doğrusu böyle bir ayrımın farkında değildik.
Ailemizde kimlik meseleleri konuşulmazdı. Hepimiz kendimizi bu ülkenin evladı, vatandaşı olarak görürdük. Bu nedenle PKK’nın bütün eylemleri ailemizde terör olarak değerlendirilir, PKK ‘eli kanlı terör örgütü’ olarak görülürdü.
O yıllarda PKK dağlarda barınabilmek için köylere gider, ya tehditle ya da kurduğu yakınlığa dayanarak evlerden yiyecek toplardı.
Bir keresinde yaylaya çıkmıştık. Yayla dediğim, yaşadığımız ilçeden 6-7 km uzaklıkta dağlık ve ormanlık bir alanın ortasında mevsimlik yaşam alanı… Bir sabah kalktığımızda PKK’lıların gece yaylaya gelip yiyecek istediğini duyduk. Yiyecek verildi mi, verilmedi mi veyahut verildiyse de kimin verdiği bilinmiyordu. Gerçi silahlı bir grup gelip ekmek istediğinde vermekten başka seçeneğimiz de yoktu ama dediğim gibi verilip verilmediğini hatta PKK’lıların hangi eve geldiğini bile bilmiyorduk.
Aynı günün akşamı yaylayı özel harekat polisleri bastı. Hepsi tam teçhizatlı, bıyıkları çenelerinin altına kadar hilal şeklinde, çatık kaşlı, yürüyüşleriyle, hal ve tavırlarıyla ‘Bu toprakların tek sahibi biziz’ havası yaratan bir grup özel harekât mensubu…
Megafonla anons yapıp bütün erkekleri yaylanın meydanında toplanmaya çağırdılar. Çağrı öyle kibar bir davet değil, ‘Gelmezseniz ayağınızı kırarız’ tarzı bir tehdit edasıyla yapılmıştı.
13-14 yaşında bir çocuk olarak beni de erkekten saymış, sıraya girmemi istemişlerdi. Bir grup tam teçhizatlı özel harekât polisinin önünde tek sıra halinde dizilmiş, hazırolda bekleyen yaylanın erkekleri olarak yarım saat boyunca aşağılandık. ‘Gece PKK’lıların geldiğini ve onlara yiyecek verildiğini duyduklarını, bunun yanımıza kar kalmayacağını, hesabının sorulacağını’ söylüyor, bir taraftan da hakaret ve küfür yağdırıyorlardı.
Hakaret ve küfürlerin arasında en çok kullandıkları kelime ‘Türk’tü. Küfür ve hakaretten fırsat bulduklarında, kendilerinin ne kadar Türk ve Türk milliyetçisi olduğunu, burasının bir Türk devleti olduğunu anlatıyorlardı.
Muhtemelen, bu olay bizim yaylada ilk kez olduğu için hakaret ve tehditle paçayı kurtarmıştık.
Eli silahlı bir grup gelip ekmek istediğinde vermekten başka ne yapabilirdik ki?
Özel harekât mensuplarının bize yaptıklarına o günlerde akıl erdirememiş, kendi kendime “Ancak PKK’ya çalışanlar, PKK’nın güçlenmesini isteyenler böyle davranır” demiştim. O aşağılanmanın 13-14 yaşlarındaki bir çocukta nasıl bir etki bırakacağı sanırım daha çok psikologların ilgi alanına giriyor.
Şu da var ki benim yaşadığım olay o bölgede olup bitenler içinde belki de en hafiflerden biriydi. Benzer gerekçeyle köyleri basılarak evleri yakılıp yıkılan insanlar, “PKK’ya yardım ettin” denilip bir gece ansızın ortadan kaldırılan insanlar, yetim bırakılan çocuklar…
Ve tüm bunları yapanlar bunu Türk olduğunu söyleyerek yapıyordu.
Bu olayın ailemizde negatif bir etkisi olmadı. Babam devlet memuru olduğu için muhtemelen PKK’yı sorun olarak görüyor, devletin tavrını da doğru buluyordu.
Bütün bu olanlara rağmen yine de zihnimde, ruhumda bir Kürt kimliği oluşmamıştı. O zaman da benim için esas olan bu ülkenin bir evladı, bir vatandaşı olmaktı. Bu nedenle Kürtlük, Türklük gibi kimlik tartışmaları ilgimi çekmiyordu.
Sonrasında İslamcılığa yöneldiğimde kimlikler bütünüyle anlamını yitirmişti. Çünkü İslamcılık felsefesine göre esas olan ‘din kardeşliği’ ve ’ümmet birlikteliği’ydi.
Bu nedenle ne Türklük umurumdaydı ne de Kürtlük. Hatta din kardeşliğinin yanında bu tür ayrımları ırkçılık olarak görüyordum.
18 yaşında İstanbul’a göç ettim. 23 yaşında MHP’li bir babanın kızına aşık oldum.
Ailem memlekette olduğu için onları kız istemeye çağırmadan önce kızın babasının fikrini öğrenmek üzere arkadaşlarımı gönderdim. Arkadaşlar konuyu açınca kızın babası ilk olarak nereli olduğumu sormuş. Arkadaşlarım da “Ardahanlı” demiş. Kızın babasından ikinci soru gelmiş: “Kürt mü?” Arkadaşlar küçük bir şaşkınlıkla “Biz aramızda böyle şeyler konuşmayız, gerçekten bilmiyoruz” deyince kızın babası, “Siz önce bunu bir öğrenin sonra gelin” deyip konuyu kapatmış.
Ben evde, kızın babası acaba ne diyecek merakıyla yerimde duramaz halde beklerken arkadaşlar içeri girdi. “Ne oldu?” diye sordum. “Kızın babası senin Kürt olup olmadığını sordu ama biz cevabını veremedik, sen Kürt müsün Türk mü?” diye soruyu bana yönelttiler. 25-30 saniye duraksadığımı hatırlıyorum. Çünkü o güne kadar ne böyle bir soruyla karşılaşmış ne de üzerinde düşünme ihtiyacı hissetmiştim. O küçük şoku attıktan sonra bir anda “Kürdüm” dedim.
“Kürdüm” sözü hayatımda ilk defa orada ağzımdan çıkmıştı. Evet annem Türk, babam Kürt’tü ama bu konuları hiç konuşmaz, konuşulacak bir konu olarak görmezdik. Sanırım sorudaki ayrımcılığa duyduğum öfkeyle çok da düşünmeden “Kürdüm” demiştim. Anlı, şanlı, Türk ve MHP’li kardeşlerimiz sonunda beni de Kürt yapmayı başarmıştı.
Nitekim Kürt olduğumu öğrenen kızın babası, yani rahmetli kayınpederim, “Benim Kürde verecek kızım yok” diyerek bütün kapıları kapatmıştı.
Sırf Kürt olduğum için aşık olduğum kızla evlenme sürecinde olmayacak hakaretlere maruz kaldım. Hayatımda görmediğim kadar aşağılandım. Çok incindim, çok üzüldüm, çok kırıldım. Buna rağmen yine de bende bir Kürt kimliği bilinci oluşmadı. Çünkü yukarıda da dediğim gibi kimliklerin bir anlamı olmadığını düşünüyordum.
Yine de o süreçte yaşadıklarım bütün hayatımı cehenneme çevirdi. Sırf Kürt olduğum için maruz kaldığım hakaretlerin, aşağılanmaların neden olduğu travma bütün hayatımı, davranışlarımı, hatta kişiliğimi etkiledi. İyileşmek, normal bir insan olmak, içimdeki öfke zehrini boşaltmak için bir doktor gibi 15 yıl kendimle uğraştım…
Peki bütün bunları durup dururken niçin anlattım?
Ortaylı’nın sözleri
Tarihçi İlber Ortaylı’nın geçenlerde TRT’de katıldığı bir programda mealen “Türkiyeli diye bir şey olmaz, Türk Türk’tür. Türklüğü kabul etmeyen kendisini söylesin. Ben seninle aynı kararsızlık fidesine girmek için ‘Türkiyeliyim’ diyerek gezemem, komiktir bu” dediğini duydum.
Türk müsün, Türkiyeli mi? Bu tartışma esasında yeni değil. Fakat İlber beyin yaklaşımı doğrusu beni çok şaşırttı. Şaşırdım çünkü Türk mü diyeceğiz Türkiyeli mi tartışmasının rasyonel değil, duygusal bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Duygusal tartışmaları da daha çok bilim insanları değil, İlber beyin sıklıkla “Cahiller” dediği türden insanlar yapabilir.
Çünkü bir bilim insanına yakışan böyle bir tartışmada yüzeysel laflar etmek değil, tartışmanın niçin ve nasıl çıktığı, asıl sorunun nereden kaynaklandığı üzerine düşünmek ve ona göre konuşmaktır.
Kime Türk denir?
Yüzeysel diyorum çünkü ‘Kendimizi Türk olarak mı tanımlayalım, yoksa Türkiyeli mi?’ tartışmasına neyin kaynaklık ettiğine kafa yormamız gerekiyor. Öncelikle kime Türk denir? Hangi verilerle kimler Türk sayılıyor? Ya da kimler kendisine Türk diyebilir? Nedir Türklük? Aynı kanı taşıyanlara mı Türk denir yoksa aynı DNA yapısına sahip olanlara mı? Aynı dili konuşanlar mı Türk sayılıyor yoksa saç veya göz rengi aynı olanlar mı?
Mesela benim gibi babası Kürt annesi Türk olanlar Türk sayılıyor mu? Ya da babası Kürt, annesi Türk olan benim, annesi Türk olan çocuklarım Türk sayılıyor mu?
İlber beyin bu konuda bir fikri varsa ve bizi aydınlatırsa kendi adıma çok memnun olurum.
Diğer yandan Türklükle ilgili farklı yaklaşımlar var. Kimileri Türklüğü bir etnik köken olarak, kimileri anayasada da yazdığı gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olmak ve o vatandaşlığın adı olarak görüyor. ‘Türk mü diyeceğiz Türkiyeli mi’ tartışmasına girmeden önce bu konunun bir netliğe kavuşması lazım.
Asıl ayrımcılık
Yazılarından ve konuşmalarından anladığım kadarıyla İlber beyin bu konudaki görüşü net. Ona göre Türklük bir vatandaşlık bağının adı değil, daha çok etnik bir tanımlama. Mesela İlber beyin Türk tanımı Irak’taki Türkmenleri kapsarken bu ülkenin vatandaşı Diyarbakır’daki Kürtleri, Hatay’daki Arapları, Çorum’daki Çerkezleri veyahut Karadeniz’deki Lazları kapsamıyor.
Hem Türklüğü bir etnik kökene indirgeyip hem de bu ülkede yaşayan herkesin kendisini Türk diye tanımlamasını beklemek bilim insanlarının yapacağı bir şey değil.
İlber bey hem anayasada da yazılı ‘vatandaşlık bağı ile bağlı olanlara verilen ad’ tanımındaki Türklüğü kabul etmiyor hem de herkesin Türk olmasını bekliyor.
Hem ülkenin neredeyse yarısını “Siz Türk değilsiniz” diye tanımlıyor hem de “Türküm desenize” diye çağrı yapıyor.
İlber beye sormak lazım: Türklük bir etnik kökenin adıysa ve Türkiyelilik kavramını da komik bulduğunuza göre o zaman bu ülkede yaşayan milyonlarca Kürt, Arap, Çerkez, Laz kendini nasıl tanımlamalı?
Sanırım İlber bey, asıl ayrımcılığın bu olduğunun, bu ayrımcılık nedeniyle insanların ‘Türk mü diyeceğiz Türkiyeli mi’ diye tartıştığının ya farkında değil ya da bütün milliyetçilerin yaptığı gibi bilmezlikten geliyor.
Bütün kimliklerimiz kirletildi
Diğer taraftan İlber bey gibi bir bilim insanına yakışmayan başka bir durum daha söz konusu.
Kimilerinin kendilerine Türk dememesinin başka nedenleri de var.
Bunlardan biri bütün kimliklerin kirletilmiş olması.
Türklük kendine vatansever diyen kimi soytarıların elinde o kadar kirletildi, o kadar çok baskının, acının, zulmün, dışlanmanın aracı yapıldı ki insanlar sırf bu kötülüklerin parçası olmamak için bu tanımdan uzak duruyor. Kendine vatansever deyip Türklüğü istismar eden, istismar ederken de milyonlarca insanın canını yakan o kimselerden gözükmemek, o kötülüklerin bir parçası olmamak için Türklüğü göğüste taşınacak gurur abidesi olarak görmüyorlar.
Türklük bahanesiyle yapılan baskıların, hukuksuzlukların, ayrımcılıkların, hakaretlerin, aşağılamaların insanlarda yarattığı travmalar var.
Böyle bir tartışmada bütün bu acıları, travmaları hesaba katmamak, insanların ‘kötülüğün parçası olmama hassasiyeti’ni göz ardı etmek yüzeysellik değil de nedir?
Bir bilim insanı bir laf ederken insanların travmalarını, o travmaların neden olduğu psikolojik kilitlenmeleri hesaba katmaz mı?
Yaşadığı acılar insanları bazı değerlere karşı mesafeli hale getiriyor. Bir bilim insanı bu durumu görmezden gelebilir mi?
Bu ülkede vergi veren, bu ülkenin kahrını çeken, sefil bir hayat sürmesine rağmen bu ülkeden başka bir yerde yaşayamayan insanlar niçin kendine Türk demekten imtina ediyor? İnsan birazcık da olsa bunun üzerine kafa yormaz mı?
Kırmızı giyen biri size her gün dayak atsa bir süre sonra kırmızı giyen biri gördüğünüzde ne hissedersiniz? Kırmızı rengin sizdeki çağrışımı, etkisi ne olur?
Asıl soru
Buradaki asıl soru şu: İlber bey Türklük adı altında yapılan tüm bu kötülüklerin bir parçası olmaktan niçin imtina etmiyor veyahut bütün bunları niçin dert etmiyor?
Kaldı ki kirletilme sadece Türklükle değil, Müslümanlık, Atatürkçülük ve Kürtlükle de ilgili bir durum.
AK Parti iktidarında İslamcıların yaptığı haksızlıklar, hukuksuzluklar, yolsuzluklar, kabalıklar, hoyratlıklar yüzünden insanlar “Dindarım” demeye utanır hale geldi, kalbinde taşıdığı Müslümanlığı bir gurur kanyağı olarak görmez oldu.
Çünkü insanlar “Dindarım, Müslümanım” dediğinde tüm bu kötülüklerin bir parçası, ortağı olarak görülme endişesi taşıyor.
Dindarlığını, Müslümanlığını afişe etmemesi o insanların Müslüman olmadığı anlamına gelmiyor.
Ya da Atatürk’ü seven, cumhuriyet felsefesini ülke için olmazsa olmaz gören milyonlarca insan kendini Atatürkçü olarak tanımlamıyor. Çünkü “Atatürkçüyüm” demeyi, geçmişte Atatürk’ü istismar ederek haksızlık, hukuksuzluk yapanlarla aynı safta geçmek olarak görüyorlar.
Kendilerine Atatürkçü demeyenlere cumhuriyet felsefesini önemsemiyor diyebilir miyiz?
Milliyetçiler Türklüğü, İslamcılar dindarlığı, PKK da Kürtlüğü kirli hale getirdi.
Sırf bu kire bulaşmamak için insanların kendilerini bir kimlikle tanımlamaktan uzak durma çabasını görmezden gelmek en hafif tabirle ayıp. Dahası günümüz dünyasında vatandaşlık bağı esas.
Vergisini veren, bu ülkenin ekmeğini yiyen, bu ülkenin kahrını çeken, cehennem gibi bir hayat sürmesine rağmen bu ülkeden başka bir şey düşünmeyen insanlara “Söyle bakalım sen kendine Türk mü diyorsun yoksa Türkiyeli mi?” sorusunu sormak cehalet değilse nedir?
Böyle bir tartışmanın da böyle bir sorunun da gerçekle en ufak bir akalası var mı?
Kaldı ki günümüzde iktidar dini ve Türk kimliğini istismar ederek ülkemizi aleni bir şekilde yıkıma sürüklüyor.
İlber bey gibi toplumun kulak verdiği kıymetli bir bilim insanının iktidarın yaptığı bu istismarı ve bu istismarın yol açtığı yıkımı görmezden gelip ilkokul çocuklarının yapacağı türden bir tartışmaya dahil olması hakikaten anlaşılır gibi değil.
İster kendimize Türk diyelim ister Türkiyeli, hepimiz bu ülkenin evladı, vatandaşıyız.
Vergisini veren, bu ülkenin kahrını çeken, şu ülkede huzur içinde yaşamaktan başka amacı bulunmayan, dahası imkânı olsa dahi bu ülkeden başka bir yerde yaşayamayan insanların vatandaşlık bağını sorgulamak kimsenin hakkı değil.
Hele Irak’taki Türkmenleri bu ülkenin evladı Diyarbakır’daki Kürt’ten, Hatay’daki Arap’tan daha fazla önemseyenlerin hakkı hiç değil.
Bu ülkenin vatandaşları kendilerine ister Türk der ister Türkiyeli. Bir bilim insanının vatandaşlık bağını görmezden gelip bu çağda insanlara kimlik dayatması çok yakışıksız bir durum.
Benim için esas olan ise anayasadaki Türk tanımı.