Bizim Tarih Kurumu’nu taşıyacaklar. Lüzumsuz bir tasarruf. Biz aksine kendi kafalarımızda Türk Tarih Kurumu’yla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni yan tarafta boşaltılan Olgunlaşma veya eski adıyla İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nün binasıyla birleştirip Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin arkasındaki saçma sapan kısmı yıkıp Bruna Taut’un, Turgut Cansever’in Cumhuriyet mimarlarının özgün eserlerini bir arada Ankara Üniversitesi’nin Atatürk Bulvarı kampüsü gibi Beşerî Bilimlerin beynelmil, unutulmaz bir merkezî olarak planlamıştık. Şimdi ise bu dala el atanlar daha başka yapmışlar. Şehrin ta dışında kutup yıldızı gibi beş köşeli bir bina yapmaya başlamışlar ki bana kalırsa hiçbir işlerliği olmadığı temininden belli oluyor.
TARTIŞMASI bile lüzumsuz. Târîh-i Osmânî Encümeni’nden sonraki kademeyi temsil eder. Târîh-i Osmânî Encümeni bir mecmua çıkarırdı. Yapabildiği şey bazı metinleri yayımlamaktı. Şüphesiz ki Arap harfleriyle yetişen nesiller ve Osmanlıca dediğimiz bürokratik dili bilenlerin daha fazla şeyler yapmaları ve geliştirmeleri mümkündü ama bu saygın faaliyetler bugün Türkiye’deki genç kuşak tarihçilerin yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek durumdadır (sayı olarak, devir olarak, araştırma alanı olarak).
Âsâr-ı Atika Müzesi, Osman Hamdi Bey ve yardımcıları arkeolojik kazı yapmışlardır; bunu biliyoruz. Mesela Aziz Bey’in kızı sonraki Perge’nin kazıcısı Prof. Jale İnan’dır. Dolayısıyla ikinci kuşak arkeologlardan bahsederken çok küçük bir grup da olsa Türkiye’de tarihçilik bakımından üzerinde durmalıyız. Ama şurası bir gerçek ki Türkiye’de kazıları genişleten, bu kazıları üstelik filolojik materyalleri değerlendirerek gerçekleştiren kurum evvelen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve onun yanıbaşında İstanbul Edebiyat Fakültesi’ydi. Bugün artık Yunan-Roma alanında epigraf yetiştirmek, Hititoloji dalında tanınmış uzmanlar yetiştirmek ve Sedat Alp gibi bir Hititolojinin babasından söz etmek mümkündür. Bütün bu faaliyetin içinde 15 Nisan 1931 tarihinde kurulan Türk Tarih Kurumu’nun rolü başta gelir.