
MURAT SEVİNÇ
Gazeteci Sedat Bozkurt, Gazete Duvar’da, ‘O sandık buraya gelecek‘, Diken’deki köşe komşum M. Murat Kubilay, ‘Ya demokratik seçim hiç olmazsa‘ başlıklı yazılar kaleme aldı ve seçim olur mu olmaz mı, olursa nasıl olur soruları üzerine görüşlerini paylaştı. Çok da iyi yaptılar, ellerine sağlık, çünkü bu konu daha fazla konuşulup tartışılmalı.
İki yazarın da yazılarındaki düşüncelere (ayrımlarıyla birlikte) büyük ölçüde katılıyorum, ben de Sedat Bozkurt gibi, o sandığın önümüze konulacağı kanısındayım ve Murat Kubilay gibi, seçimin demokratik ilkelerine sadakat konusunda derin kuşkularım var.
Okuyacağınız yazıda, olur-olmaz tartışmasını biraz açmak istiyorum. Herhangi bir konuyu kestirip atmak, güncel siyasette dönemsel kazanç getirebilir, buna mukabil düşünürken keskinlikten uzak durmak, sağlıklı sonuçlara varabilmek için şart. Ayrıca, geleceğe yönelik her tahmin eninde sonunda, eser miktar da olsa falcılık gerektiriyor. Bu yüzden, bir saat sonrasına dair yazılıp çizilen her ne varsa, hiç de beklendiği gibi olmayabilir. ‘Falcılık’ ile ‘anlamlı tahminler yapmak’ arasındaki fark, ancak tarihsel referansların sağlamlığı ve güncel olanın doğru değerlendirilmesi ile mümkün.
Sedat Bozkurt, seçim tarihimizin üzerinden hızla geçerek, ‘Her ne olursa olsun seçim olacak’ iddiasını, ‘Çünkü her zaman ve koşulda oldu’ somut gerçeğine dayandırıyor, çok da haklı. Savunusunun temelinde yatan iki kanı, seçimin tıkanan yolları açacağı (aspirin benzetmesi) ve iktidara gereksinim duyduğu meşruiyeti kazandıracağı, AKP’nin de bu meşruiyete gereksinimi olduğu yönünde.
Murat Kubilay ise yazısında ekonomik gidişatı özetliyor ve AKP’nin muhtemel seçim ekonomisi mantığını anlatıp, ola ki işler istedikleri gibi gitmezse, yola artık ‘başka türlü’ devam etmeyi deneyebileceklerini, bunun bir ihtimal olduğunu, bugüne dek olmaz denilen pek çok şeyin olduğunu belirtiyor. Kaygılı bir yazı ve bana kalırsa Kubilay da haklı.
Osmanlı-Türk modernleşmesi, bir köşesinden III. Selim’e uzansa da çoğun zaman II. Mahmut ile başlatılır. Nitekim İslamcıların, ‘rövanşlarını’ iki asır önceden hesap etmelerinin nedeni de bu. Büyük bir adamdır II. Mahmut ve çağının gereğini yapıp, Osmanlı’yı kaçan trenin hiç olmazsa son vagonuna bindirmek istemiştir. 19. yüzyıl bir bütün olarak o trene binme çabasının tarihi aynı zamanda. Sultanlarıyla, okuluyla, bürokrasisiyle, ordusuyla, münevveriyle…
Hal böyleyken hiç azımsanmaması, küçümsenmemesi gereken, son derece güçlü bir kökü var bu toprağın ve Cumhuriyet’in. Efendim bu Cumhuriyet filan hep tepeden inmedir; geçelim bu zırva muhafazakâr ezberleri, Mustafa Kemal ve arkadaşları Osmanlı-Türk modernleşmesinin meyvesidir. Rusya mutlak monarşiyle yönetilirken Osmanlı meşrutiyeti kabul etti ve çağdaşlarından çok da geride değildi. Laiklik ilkesinin kabulü son derece devrimci bir düşünce ve adımdı, ancak ‘laikleşme’ başlayalı çok olmuştu. 1908’de ahalinin elindeki pankartlarda Fransız Devrimi’nin ilkeleri yazıyordu. Ezcümle, bedava bir toprak değil burası.
Değil, doğru, buna mukabil Sedat Bozkurt’un yazısında örnek verdiği I. Meşrutiyet’te, seçim sonucunda kurulan meclisin üyeleri (hem üçte birinden fazlası Gayrimüslimdir), bugünkünden çok daha etkili ve kişilikliydi, işte bu da diğer gerçek. İlk kez Mart 1877’de toplanan mecliste, Heyet-i Mebusan’da çok sert eleştiriler olunca Sultan Abdülhamit 56 birleşim tahammül edebilmiş ve meclisi haziranda feshetmişti. Anayasa’ya göre altı ay içinde seçim yapılıp yeni meclis oluşturulmuş, eleştiriler aynı sertlikte sürünce Sultan, Aralık 1877’de çalışmaya başlayan mebuslara, bu kez yalnızca 29 birleşim tahammül ederek Şubat 1878’de ‘tatil’e göndermiştir. Fesihte yeniden seçim yapılmak zorundaydı; oysa tatile gönderince, sultanın ‘toplantıya çağırması’ gerekiyordu. İşte Abdülhamit Anayasa’yı görmezden gelip meclisi tam 30 yıl boyunca toplamadı, 1908’e dek. O absürt durumun nedeni, bir kez daha yinelemek gerekirse, 2021’de olmayan idi, ezcümle, sert muhalefet yapan ve Abdülhamit’i zor durumda bırakan, girişken meclis üyeleri.
Bozkurt haklı, 1908 sonrasında en zor koşullarda ve sopalı da olsa, tartışmalı da geçse her zaman seçim yapıldı bu ülkede. Çok partili yaşam ise yeni ve güvenceli bir seçim yasasıyla başladı ve Türkiye özellikle YSK’nin (1961’de anayasal kurum haline getirilen) varlığı sayesinde (seçimlerin hem yönetiminin hem denetiminin hâkimlerden oluşan bir kurula bırakılması dünyada bir ilkti) 1950’den bugüne seçimlerini (darbe dönemleri özgül nitelikleri olan duraklardır) büyük kazalara uğramadan yapabildi. Yine Bozkurt’un belirttiği gibi, hemen her zaman bir ‘aspirin’ işlevi de gördü.
Bu doğru savları biraz daha açarak, onları ileri sürmemize neden ve yardımcı olan tarih ve o tarihin güncel hali üzerine birkaç not düşmek istiyorum.
Mensubu olmaktan onur duyduğum Mülkiye Anayasa Kürsüsü hocalarının çok sık konuşup tartıştığı bir konuydu, halkın seçime olan yaklaşımı. Nitekim rahmetli hocam Yavuz Sabuncu, memleketin nadir seçim uzmanlarındandı. (Sabuncu’nun, Hasan Ersel ve Fuat Aleskerov ile birlikte yazdığı ‘Seçimden Koalisyona-Siyasal Karar Alma’ başlıklı kitap da çok önemlidir.) Halkın ‘seçme ve seçilme hakkı’na her zaman büyük istekle (ve genellikle diğer haklarından daha güçlü biçimde) sahip çıktığı kanaati hâkimdi hocaların değerlendirmelerinde. Ne demek bu? Halk, katılım için kendisine tanınmış tek fırsat (vahim bir durum bu elbette!) olan sandığı her zaman iyi değerlendirdi, darbecilere ve kurnazlara sandıkta hak ettikleri cevabı her zaman, duraksamadan verdi. 1950’de de, 1961’de de, 12 Mart ardından da, 1983’te de, 2018’de de…
Bunun önemli bir nedeni, muhtemelen 1946-50 arasında yaşananlar ve DP’nin o dönem sergilediği doğru-inatçı tavırdı. Tabii, DP’nin karşısında da, berbat 1946 seçimi ve başlangıçtaki gerilimlerin ardından 1947 Temmuz’unda yayınladığı beyanname ile muhalefete güvence veren ve siyasal ortamı ferahlatan İnönü vardı. Hangi İnönü, Türkiye’nin çok partili yaşama ‘solsuz’ geçmesinde büyük rol oynamış, ancak 1950’de aleyhine seçim sonucunu da olgunlukla kabul edip, onca yıl sürmüş tek parti devrini kapatma dirayetini gösterebilmiş bir İnönü.
Celal Bayar, ‘Başvekilim Adnan Menderes’ (İsmet Bozdağ’ın söyleşi ve derlemesi) adlı kitapta, seçim sonrasında Çankaya Köşküne gidişini ve İsmet İnönü ile konuşmasını şöyle anlatır: “Parlak bir Mayıs güneşinin altında Çankaya merdivenlerini çıkarken, 30 yıllık çeşitli hâtıralarla dolu idim. İnönü beni, çalışma odasında kabul etti. Çok neşeli görünmeye dikkat ediyordu. Kapıya, bana doğru yürüdü. Hararetle elimi sıktı. Başarımızdan dolayı beni, olgun bir devlet adamı vakarı içinde tebrik etti. Karşılıklı koltuklara oturduk. Nazik bir ev sahibi olarak gerekeni yaptıktan sonra: Seçimleri kazandınız, partinizi, memlekete hayırlı olmasını dileyerek tebrik ederim. Siz de zaten milletvekilisiniz. Hükümeti hemen size tevdi etmeye hazırım dedi… Anlaşılan, Demokrat Parti’nin seçimleri kazandığı belli olunca, Hükümet, Cumhurbaşkanına istifa teklifinde bulunmuş, Cumhurbaşkanı da çoğunluk partisi başkanı olarak benim fikrime başvurmuştu…”
Yinelemekte zarar yok, bu tavrın sahibi, iki kurucu babadan biri, savaş kahramanı ve uzun yılların Milli Şef’i, İnönü.
Kuşkusuz yeni dünya düzeni, o düzende yerini almak isteyen rejimin çok partili yaşama geçme isteği, DP’nin de CHP içinden çıkması ve burjuvazinin diğer kanadını temsil etmesi vs., çok şey söylenebilir. Ancak şu gerçekleri ihmal etmeden: İlkin, o yıllarda hâkim olan, 1920’lerden 2017 anayasa değişikliğine dek çıpa işlevi gören ‘meclis üstünlüğü’ ilkesi ve halkoyuna saygı çok belirleyicidir. İkincisi, dönemin ve aslına bakılırsa son yıllara dek yönetenlerin önemli bir özellikleri, anayasal/yasal kurallara uymayı ‘medenî’ dünyanın (demokrasinin) bir gereği kabul etmeleri. Bir kural varsa, uyulur, bu kadar basit. Söz konusu genel eğilimi belki de en çok törpüleyenlerden biri olan Özal’ın, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” deyişinin, yıllarca derslerde ve siyasî polemiklerde ‘olumsuz örnek’ olarak anlatıldığını hatırlatmakta yarar var.
Söz konusu çizginin istisnası darbelerdir. Askerî darbeler, önceki anayasayı çöpe atıp ‘kurucu iktidar’ sıfatıyla kendi hukuklarını yaratmış, yine de hem 27 Mayısçılar hem 12 Eylülcüler, geçiş döneminde kabul ettikleri geçici anayasal belge ve yasalara uyma gereği duymuşlardır. Her koşulda, meşruiyetlerini hiç olmazsa ‘yasa’dan alma geleneğini (12 Eylül, bir süreliğine bu yoldan da sapmıştı gerçi) devam ettirmeye çalıştı darbeciler.
Burada ‘meşruiyet’ kaygısının altını tekrar tekrar çizmekte yarar var. İnönü’nün iktidarı el sıkışarak devretmesinde, Demirel’in bitip tükenmeyen sandık tutkusunda, darbecilerin yerlerini bir an önce (12 Eylül bu konuda da istisna!) sivil idareye bırakma isteklerinde, Cumhuriyet devrinin çok partili yaşamında hemen tüm siyasetçilerin seçim sonuçlarına saygı göstermesinde ve en ceberut idarecinin dahi ‘yasa’ karşısında az ya da çok sessizliğe bürünmesinde, hukuk devleti diyemeseler de Türkiye için her zaman ‘bir kanun devletidir’ ifadesini kullanmaktaki ısrarlarında, söz konusu istek, irade ve kaygı görülür.
Dolayısıyla günümüzde artık tüm ‘meşruiyet’ ve ‘meşruiyet kaygısı’ çözümlemelerinin de bir kez daha gözden geçirilmesinde büyük yarar olduğu kanısındayım. Çünkü, daha önce deneyimlemediğimiz bir dönemden geçiyoruz.
Türkiye’de işler hiçbir zaman yolunda gitmedi, hiçbir zaman dört başı mamur bir demokrasi olmadı, hukuka aykırılıklar ve belli toplum kesimlerine yönelmiş can yakıcı yargı kararları her zaman vardı, bugün tanık olduğumuz hemen hiçbir tutum tümüyle yeni değil. Ancak bugün olup biten her şeyi bir arada düşündüğümüzde tanık olduğumuz manzara, son derece yeni. Geçmişe bakıp özellikle bazı devirlerle benzerlikler buluyor oluşumuz, içinde nefes almakta zorlandığımız parti-devletin ‘özgül’ niteliklerini görmeye engel olmamalı. Bundan sonraki süreci de belirleyecek bir özgüllük bu.
Şu anda ne yaşadığımızı bilmeyen görmeyen olmadığına göre, baştan başlayıp saymaya gerek yok. Ben bu satırları yazarken ülkenin içişleri bakanı, muhalefet partisi liderini, istatistik kurumuna randevusuz (çünkü verilmemiş) gittiği için, muhtelif terör örgütleriyle bir tutan sosyal medya paylaşımları yapıyordu. Cumhuriyet çok partili yaşamının siyasî ve anayasal tarihine yabancılıklar barındıran, farklı, zorlu bir dönemden geçiyoruz. Daha önce bu yalınlıkta tanık olmadığımız eşsiz bir insan profili ve yönetim üslubu eşliğinde.
Son olarak Murat Kubilay’ın seçimlerin demokratik olmayabileceği endişesine ilişkin, şunu söyleyerek bitireyim: Son yıllarda yapılan hiçbir seçim tam anlamıyla demokratik değildi, çünkü demokratik seçim için gerekli olan temel ilkeler, örneğin kamu kaynaklarının adil biçimde kullanılması vs. zaten umursanmıyordu. Bir partinin baraj altı bırakılması için yapılan akıl fikir ve hukuk dışı işler, mühürsüz oy pusulası ve atı alanın Üsküdar’ı geçmesi eşiklerine bir kez daha değinme gereği duymuyorum. Ha keza, 2015 Haziran’ı ardından yaşananlara. Kuşkusuz, beterin beteri vardır, her zaman.
Toprağımızın tarihini küçümseyip bunca kazanımı görmezden gelerek ‘Seçim olmaz’ diye yurttaşın sandıktan-ülkeden-demokrasiden umudunu kesmesine yol açmak ne denli sakıncalıysa, ‘Her zaman oldu yine olur’ rahatlığı ve özgüveniyle hareket etmek de o denli sakıncalı. Zira, o ‘her zaman olan’ın koşulları ve kişileri, sadakat duyulan tarihsel ve anayasal değerler farklıydı.
Evet, umudu her zaman diri tutamaya çalışalım, çünkü memleketin tarihi ve biz yurttaşlar bunu hak ediyoruz. Ve evet, ‘Biz varsak Türkiye var’ diyebilen bir iktidarın hâkimiyetinde ve ‘yasa’ kaynaklı meşruiyet arayışının nicedir terk edildiği bir siyasal rejimde yaşadığımızı da unutmayalım. Yeni bir durum bu, yeni bir deneyim; haliyle, olup biteni eski örneklerin yardımıyla tam anlamıyla kavrayıp öngörüde bulunmak güç. Yeni ve olağanüstü koşullarda, gerek yurttaş gerekse muhalefet partileri, tarihin ve alışılagelmişin konforlu alanından çıkıp o ‘yeni’nin nitelikleri üzerine kafa yormak zorunda.
Yazı önerisi: Apaçık tarihsel gerçekleri inatla görmek istemeyenlere yararı olmayacak kuşkusuz ancak yine de Baskın (Oran) Hoca’nın Varlık Vergisi’ni anlattığı çok yararlı yazısını buraya bırakıyorum.
Özel bir öneri, bir kez daha: Meslektaşlarımız, Bülent Tanör ile çalışmış arkadaşlarımız, Hoca için bir YouTube kanalı açtı. İlgili herkes abone olursa çok güzel olur. Bugüne dek ilgilenmemişler ilgilenirse, daha da güzel olur. Buraya bırakıyorum.