Birkaç gün önce bir yerde, geçen yılki Gezi protestolarının ‘Türkiye’deki gelmiş geçmiş en büyük sivil ayaklanma’ olarak adlandırıldığını okudum. Gezi’nin hem katılımcı sayısı hem de ülkenin her yerine yayılması bakımından büyük bir olay olduğuna katılıyorum; ancak hayır, Türkiye tarihindeki gelmiş geçmiş en büyük ayaklanma Gezi değil, Kürt hareketidir. Ayrıca Kürtler Gezi’nin ileride elde edebileceğinden çok daha fazla kazanımı şimdiden elde etmiştir.
PKK’nın başlattığı mücadeleyi sürdüren Kürt hareketinin sivil bir ayaklanma değil, bir grup silahlı militan tarafından başlatılan askeri bir ayaklanma olduğunu ileri sürenler çıkabilir. Ancak bir ayaklanmanın sivil sayılabilmesi için kendiliğinden gelişmesi ve sokak protestosu olarak mı başlaması gerekiyor? Sanmıyorum. Kürt hareketi, küçük bir dar kadro hareketi olarak başlasa bile halk tabanında geniş destek görmüş ve sonrasında sivil bir kitle hareketine dönüşerek 30 yıl boyunca kesintisiz bir isyan pratiği ortaya koymuştur.
Yeni otoriterler geçmişten ‘ders’ aldı
Sonra haftalık bir Hollanda dergisinde, Amerikalı gazeteci William J. Dobson’ın The Dictator’s Learning Curve (Diktatörün Öğrenme Eğrisi) adlı kitabına dair bir makale okudum. Kitap eskinin, örneğin Arjantin ya da SSCB’nin halka açıktan baskı uygulayan diktatörleriyle günümüzün otoriter liderleri arasındaki farka ve günümüzün otoriter liderlerinin demokrasi ve hukukun ardına gizlenip kendilerine karşı gelişen muhalefeti bu sözde demokratik konum üzerinden boğmaya çalışmasına değiniyor.
Türkiye’de olan da işte tam olarak budur. Erdoğan’ın giderek daha fazla otoriterleşmesine rağmen muhalifler tutuklanmıyor, işkence vakaları azaldı ve cezaevlerindeki siyasi hükümlüler de eskisi gibi öldürülmüyor; medya ve televizyon kanalları tamamen susturulmadı ve (ufak da olsa) bir kısım medya istediğini yazıp çizebiliyor. AKP dışındaki partiler ve sivil toplum kuruluşları faaliyetlerini sürdürüyor; seçimler yapılmaya devam ediliyor.
Direnenler yeni yaklaşım geliştirmeli
Bu esnada nüfusun büyük kısmı demokrasinin gerilemesinden şikâyetçi değil çünkü yeni otoriter liderler seçmen kitlesinin yanı sıra diğer çeşitli kesimlerin büyüyen ekonomiden faydalanmasını sağlıyor. Türkiye’de durum tam olarak böyle. AKP’nin ekonomik büyümeye verdiği önemin ve bunu ülkedeki siyasi bölünmenin parçası haline getirmesinin altında da işte tam olarak bu yatıyor. Hükümete karşı çıkanlar yandaş medya tarafından ülkenin refahını tehlikeye atan odaklar olarak gösterilip halk tabanında fazla destek bulmamaları sağlanıyor.
Dobson’a göre, yeni otoriter liderlere direnenlerin yeni yaklaşımlar geliştirmesi gerekiyor. Bu liderler kendiliğinden ayaklanma ve grevlerle koltuğundan olacak gibi değil. Yapılması gereken, üzerine iyice düşünülmüş genel bir taktik ve aylar, hatta yıllar boyu süren bir hazırlık safhasından sonra ortaya konulan bir alternatif.
Kürt hareketi 1980 sonrası varlığını nasıl sürdürdü?
Kürt hareketi işte tam olarak buradan işe başlamış. PKK’nin silahlı mücadeleye başlangıç tarihi 1984. Ancak örgütün kuruluş tarihi 70’lerin sonuna denk geliyor; kökleriyse 60’ların sonundaki Türkiye sol devrimci hareketine kadar gidiyor. Öcalan ve arkadaşları, henüz yeterince güçlenmeden ve sağlam bir temel edinemeden düzene karşı mücadeleye giren diğer sol grupların hatalarından ders çıkararak, yıllar süren ve yüzlerce ya da binlerce kişinin değil, dar bir kadronun katılımıyla yürütülen bir tartışma sürecinden sonra bir alternatif ortaya koydu ve ancak güçlenip sağlam bir temele oturduktan sonra ayaklanmayı başlattı. Bu yolu izlemeselerdi, o zamanlar ‘Kürdistan devrimcileri’ olarak anılan örgütün 1980 darbesi sırasında varlığını sürdürmesi de büyük olasılıkla mümkün olmazdı.
Türkiye Dobson’ın ‘yeni diktatörlük’ olarak adlandırdığı Rusya, İran ve Çin’deki hükümetlere benzer biçimde hep otoriter bir devletti. Türkiye demokrasisi hep darbelerle boğuldu. Aslında bir demokrasiden bahsetmek mümkün olmasa da, toplumun büyük kısmı ülkede demokrasi olduğuna inandırıldı. Medya devletin ve ordunun hâkimiyetindeydi; seçimler hep düzenlendi, yoksulluğa rağmen iktidara yakın kesimlerin durumu ekonomik açıdan hep iyileşti.
Şiddet tavsiyesi değil…
Bu sırada ülkenin güneydoğusunda hüküm süren baskı rejiminin –o zamanlar öyle denmese de– ‘yeni otoriterliğin’ taktiklerini kullandığından Türkiye’deki çoğu kişinin haberi yoktu. Ancak PKK’nın kurucuları bunun farkındaydı; düzenin nasıl işlediğini çözmüşlerdi. O günlerde siyasi mücadele yoluyla bir şeyleri değiştirip dönüştürmek kesinlikle imkânsızdı, çünkü hem darbe koşulları söz konusuydu hem de düzen gerçek sol siyasete izin vermediği gibi Kürtlerin varlığını da katı bir biçimde inkâr ediyordu.
Dobson’ın kitabında şiddete başvurmanın kesinlikle tavsiye edilmediğini belirtmeliyim. Çünkü bu yöntem, otoriter lidere sizi ‘terörist bir örgüt’ olarak suçlama imkânı verir. PKK de değişimi gerçekleştirmenin barışçıl, demokratik bir yolu olmadığı iyice anlaşılana kadar silaha başvurmadı. Peki sonra ne oldu? Terör örgütü olarak nitelendirildi ve Türkiye, AB ve ABD’nin de PKK’yi terör örgütü listesine almalarını sağladı.
Esas sorun Erdoğan değil
Gezi, bana kalırsa kendiliğindenliği nedeniyle çok fazla kitlesellik kazanamadı. Erdoğan daha da otoriterleşti ve toplumu kutuplaşmaya itti. Gezi şimdi bir adım geri atsa, Erdoğan’ın istediği gibi at koşturmasına şimdilik izin verse ve oturup bir alternatif ve strateji ortaya koymaya yönelse, Erdoğan’ın AKP’sini bu kadar güçlü yapan yapıların esaslı bir tahliline girişse nasıl olur? Burada esas sorun Erdoğan değildir; Erdoğan Türkiye’nin otoriter devlet geleneğine uyan, Türkiye’de uzun süredir işleyen devlet mekanizmalarını kullanan bir siyasetçidir, o kadar.
Böyle bir tefekkür sürecinden sonra Gezi bileşenleri Türkiye’de 30 yıldır süren bir sivil ayaklanmanın, ‘yeni otoriterliğin’ yapısal olarak nasıl işlediğini çoktan anlamış bir hareketin olduğu sonucuna varır belki de. Bu hareketin bir alternatif ortaya koyduğunu, halkı arkasına aldığını ve 30 yılda pek çok kazanım elde ederek şimdi kalıcı barışa giderek yaklaştığını fark ederler, kim bilir.
Çözüm ortak mücadele
Kürt hareketi yıllardır Türklere herkesin özgürlüğü için ortak mücadele çağrısı yapıyor. Türkiye’de gerçekten değişim isteyen herkes bu çağrıya kulak verip bu yönde eyleme geçse ne olur, biliyor musunuz? Türkiye’deki gelmiş geçmiş en büyük sivil ayaklanma daha da güçlenir. Erdoğan’ın otoriter yöntemlerine son vermekle kalmaz, düzene de son verebilir. Türkiye tarihinde ilk kez gerçek bir demokrasiden söz edilebilir ve yeni bir otoriter lider bir daha hiç ortaya çıkamayabilir.