
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
@MAlpDagistanli
Yazıda kimi nerede, nasıl, ne kadar konuşturacağız? Genellikle çok konuşturuyoruz yazılarda bilgisine, görüşüne, tanıklığına başvurduğumuz insanları, üstelik bu alıntılar konuşmanın bütün gevşekliklerini de taşıyor, o zaman da şu örnekteki durum ortaya çıkıyor:
31 Mart itibariyle paralı yol ve köprülerden geçiş için kullanılan OGS sistemi kullanım dışı bırakıldığını hatırlatan [Burayı attık, çünkü birinin hatırlatmasına gerek yok, muhabir söylemeli bunu.] Ümit Beyaz, “Bunun yerine tüm araçlar HGS denilen etiketi kullanacak. [Zaten biliyoruz, söylenecekse muhabir söylemeli.] Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığına bağlı Karayolları Genel Müdürlüğü’nün, apar topar aldığı bu karar vatandaşlarımız arasında şaşkınlık yarattı. [Söylenecekse muhabir söylemeli, çok özel bilgi mi?] HGS sisteminden daha verimli çalışan OGS’nin kullanımdan kaldırılmasına kimse anlam veremedi. [Bu cümlenin yarısı, bir öncekinin tekrarı. Verimlilik konusunu muhabir öğrenip yazmalı.] Ne Karayolları ne de Bakanlık bu konuda dişe dokunur bir açıklama yaptı. [Muhabir söylemeli, zaten o kurumlara başvurup bilgi istemeliydi.] Ben de bizzat bir OGS kullanıcısı olarak bu sistemin neden devre dışı bırakıldığını buradan açıklamak istiyorum. [Zaten açıklamasını veriyorsunuz ya, ne diye bu cümleyi koyuyorsunuz buraya?] OGS cihazları gişesi olmayan paralı bir yola girdiğinizde, bakiyenizden para eksildiğini çıkardığı uyarı sesiyle haber verir. HGS etiketlerinde ise böyle bir durum söz konusu değildir.”
Sadece son ikisi kullanılmaya değer sekiz cümlelik bu alıntı bize yine de OGS’den vazgeçildiğini anlatamıyor! Anlamak için daha uzun bir alıntı daha okumanız gerekiyor. Muhabir hiçbir şey anlatmıyor bize bu haberde.
Bu örnekte bir sorun daha var: En sonda “dedi” denmeliydi ki cümle bitmiş olsun, ama bu değildi asıl söyleyeceğimiz, şuydu: Tutun ki tırnak içinde verilen sözler bir bilginin paha biçilmez düşünceleri olsun, yine de böyle 106 kelimelik bir cümleyle verilmemeli. Basit bir “Beyaz … dedi” cümlesi kuruyorsunuz, ikisi arasında 89 kelime olmamalı. Böyle cümlelerden o kadar çok var ki… Hiçbir kelimesine dokunmak istemediğiniz sözleri “şunları söyledi” gibi bir bağla verin gitsin, gerçi bu yönteme de gereğinden fazla rastlıyoruz. Kelimesine dokunulamayacak değerde konuşma bolluğu mu var memlekette sanki?
Oysa alıntı, başvurduğunuz insanın söylediklerinin çerden çöpten arındırıldıktan sonra kalan cevheri olmalı, başka yerden edinemediğiniz bilgi içermeli, konuya açıklık getiren bir yorum, bir görüş taşımalı, olabildiğince de kısa olmalı. Bizde bu ölçütleri karşılayan alıntı bulmak çok zor.
Bir örnek daha:
Energy IQ CEO’su Emre Ertürk, Gazete Duvar’a yaptığı açıklamada BOTAŞ’ın kısıntısının sebebinin hem Türkiye’de iç talebin soğuk hava şartları nedeniyle çok yükselmesi, hem de İran’dan gelen gaz arzının kesilmesiyle alakalı olduğunu belirtiyor.
Bu haber yayınlandığında zaten herkesin bildiği bir gerçeği gazeteci niçin birine söyletir? Hem de ‘açıklamış’ oluyor o kişi!
BBC Türkçe’den şu örnek de öğretici:
(…) Koronavirüs Bilim Kurulu Üyesi (…) Prof. Dr. Nurettin Yiyit, İstanbul’daki artış hızı ile nüfus yoğunluğu arasında bağlantı olduğunu söyledi:
“İstanbul, özelliği itibarıyla birçok ülkeden büyük bir şehir, nüfus olarak. Çok yoğun bir şehir.”
Şu alıntıda tıp profesörüne söyletilecek nasıl bir uzmanlık bilgisi, görüşü var? Ayrıca, berbat iki cümle.
Şurada da yine BBC Türkçe’de iyi çalışılmış, iyi hazırlanmış, iyi yazılmış, alıntıları da yerliyerinde bir haber var, Ece Göksedef’in.
Son bir örnek:
Lavrov, “Rusya-Ukrayna temsilcilerinin bir araya geleceği ikinci tur görüşmeler bugün gerçekleşecek” ifadelerini kullandı.
Vay be, savaşın ortasında Lavrov’un ‘kullandığı şu ifadeler’e bakın! Yer yerinden oynamıştır bu sözlerle. Muhabirin söylemesi gereken bu alelade cümleyi niçin Rus dışişleri bakanına söyletiyoruz?
Bu dizinin önceki yazılarından birinde söylediğimiz gibi, gazeteci anlatıcı olmaktan sıyrıldı da ondan. Kendi cümlesini kurmaya, en basit bir gerçeği kendi söylemeye çekiniyor da ondan. Kendi cümlesini kurmadığı zaman düşünmesine de gerek kalmıyor da ondan. Haberin düşünerek üretilen bir metin değil de dinlenerek kaydedilen ve sonra da aktarılan sözler olduğunu sanıyor da ondan. Gazetecilere güvenilmediği için her cümlesini bir uzmanın, bir yetkilinin, bir bilimcinin ağzına yamama ihtiyacı duyuyor da ondan… İşte bütün bunlarla bir tür aktarmacılığa dönüştü gazetecilik.
Meselenin önemli bir başka boyutu da şu kısa anekdotta: 1999 Gölcük depreminden sonraki günlerde, dönemin fiyakalı televizyoncularından biri, İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’ndeki küçük odasında röportaj yapmaya gittiği Doç. Dr. Tuncay Taymaz’a “Fay nedir?” diye sormuş. Şimdi profesör olan Taymaz, bu cehalet karşısında şaşkına dönmüştü, galiba gazetecilerle yeni tanışıyordu.
“Ne güzel işte, gazeteci öğreniyor sora sora, sonra da bize anlatacak” diyemezsiniz. Gazeteci böyle bir uzmana, bilimciye giderken sadece fayın ne olduğunu değil, kaç tür fay olduğunu, bunların nasıl hareket ettiğini, ne karakterde depremler ürettiğini vs bilmek zorundadır.
Bir hikaye anlatabilmek için ne anlatacağımızı bilmeliyiz, demek ki anlatacağımız konuyu çalışmalıyız, öğrenmeliyiz. Bir kişinin bilgisine başvurmadan önce yapmalıyız bunu hem. Bilmezsek doğru soruları bile soramayız, aldığımız cevapları da sorgulayamayız, sorunun tüm boyutlarıyla verilmesini konuştuğumuz insanın maharetine bırakırız. Bu da genellikle iyi sonuç vermez.
Yazıyı genel olarak ‘kurgu’ ve ‘kurgu dışı’ diye ayırıyoruz ya, ‘Kurgu edebiyatın işi, biz roman, hikaye yazmıyoruz’ diye düşünüyoruz belki. Oysa kurgudan kaçış yoktur, en basit haber metnini yazmak bile kurgu gerektirir. Yazmak düşünceleri, bilgileri, konuşmaları örgütleme işidir – ne yazarsanız yazın. Nasıl yazacağınızı düşünmüş olmalısınız yazmaya oturmadan, bir planınız olmalı, anlatınızın iskeleti kafanızda oluşmalı…
Bütün konuşmalar, başka metinler, raporlar, istatistikler … gazetecinin yazacağı hikayenin (haberin, röportajın, makalenin) parçalarıdır. Görüşlerine başvurduğunuz insanın konuşmalarını ‘ifadelerini kullandı’ gibi pısırık fiilleri aralara serpiştirerek uzun uzun vermek kurgu sayılmaz, gazeteciyi anlatıcı konumuna yükseltmez. Gazeteci anlatıcı konumunu geri almalı.
Mükemmel bir örneğe bakalım. John Hersey’in Hiroşima‘sı pek çok yazar tarafından en iyi kurgu dışı kitap sayılır. Hersey, New Yorker dergisi için Mayıs 1946’da Hiroşima’ya gidip bir ay kalmış. ABD’nin attığı atom bombasının etkilerini altı ‘hibakuşa’ (atom bombasına maruz kalıp kurtulan, demek) üzerinden anlatıyor. Hersey, hibakuşalarla konuşmuş, tam bombanın atıldığı anda ve hemen sonrasında ne yaptıklarını ayrıntılarıyla öğrenmiş, edinebildiği başka ayrıntıları da edinmiş… Hiç alışkın olmadığımız bir şey yapmış, kitapta bütün bunları hibakuşalar anlatmıyor, John Hersey anlatıyor.
Kitap şu cümleyle başlıyor:
6 Ağustos 1945’te, Japonya saatiyle sabah sekizi tam onbeş geçe, atom bombasının Hiroşima üstünde parladığı anda, Doğu Asya Teneke Fabrikası’nın personel bölümünde memur olan Bayan Toshiko Sasaki ofisteki yerine henüz oturmuştu ve yan masadaki kızla konuşmak için başını çeviriyordu.
Kitapta, ilk cümlenin izinde, “Bay Tanimoto o sabah beşte kalktığını söylüyor” gibi bir cümle yok. Şu var: “Bay Tanimoto o sabah beşte kalktı.” Hibakuşaların cümleleriyle anlatılmıyor hiçbir şey, bunca ayrıntıyla örülü bütün cümleler Hersey’nin. Kitaba yayılmış hepsi kısa diyaloglar var, bunların tamamı o günlerde insanlar arasında geçen “Bırak burada öleyim” gibi konuşmalar ya da “Anne, yardım et!”, “İmdat! İmdat!” gibi seslenmeler. Dört tane de alıntı var (Her ikisi de tırnak içinde yazılsa da alıntıyla diyalog çok farklı şeylerdir, belki bir yazıda bahsederiz bundan da). Bayan Nakamura’nın askerdeki kocasıyla ilgili aldığı telgraf (“Isawa onurlu bir ölümle Singapur’da öldü”) ve en sonda üç mektuptan parçalar. John Hersey, cehennemi yaşayanları tam da o cehennemi yaşadıkları anda konuşturuyor, o kadar.
Kitap sade bir dille yazılmış. Alengirli cümleler yok, gösterişli kelimeler yok, süs yok…
*Çeviri için uyarı: Hiroşima‘nın iki çevirisi var Türkçede. Birini Tomris Uyar çevirmiş, 1965’te. Berbat bir çeviri, yanlışlar da var kötü olmasının yanında. Sakın almayın onu. Deniz Keskin de bu çevirinin çok kötü olduğunu görmüş olmalı ki kendi de çevirmiş 2017’de. Heyhat! Onun çevirisi de iyi değil. Özensiz, saygısız. Esef verici bir durum: Dünyanın en iyi kurgu dışı kitabının iki çevirisi var Türkçede, ikisi de tavsiye edilebilir değil. İngilizce biliyorsanız özgün metni okuyun, mutlaka okuyun.
Hersey’nin kitap boyutundaki metnini New Yorker dergisi 31 Ağustos 1946 tarihli özel sayıda basmış. Derginin kapağı da, Türkçe çevirilerinin kapaklarından farklı olarak, sade.
*Gazeteci arkadaşlara öneri: Birilerinin konuşmalarına, görüşlerine yer verdiğiniz eski haberlerinizi hiçbir diyalogu, alıntıyı kullanmadan, baştan sona kendi anlatımınız olarak yazın; anlatıcı konumunu tekrar ele geçirmek için, kalem alıştırmak için…
Var mı cevabı olan?
Dilge Timoçin soruyor: ‘Ceset’ yerine ‘cansız beden’ denmesine ne diyorsunuz?
Cevaplarınız için: mustdagistanli@gmail.com
Dile Gelenler
Bu ‘Mektup‘ bölümünü okurların sorup okurların cevapladığı, farklı yorumların ve görüşlerin boy gösterdiği bir alan olarak değerlendirmek istiyoruz. Katkılarınızı bekleriz: mustdagistanli@gmail.com
Biri ölür de öbürü niye vefat eder?
Yalnızca hürmet de değil, bu kadar ağır, üzücü, insanın aklının kolay almadığı bir olgudan söz etmeyi biraz yumuşatmak istiyor sanırım insan. Ayrıca, canım Hitler de Yavuz Hoca da ‘öldü’, yakışık almaz şimdi, her ölüye nasıl aynı sıfatı layık göreceğiz, biri öldü ama diğeri vefat etti, onu yitirdik, gibi bir durum da söz konusu. Sonuç aynı, ama bence farklı tercihler oluşu, o duygunun herkeste bıraktığı izi göstermesi açısından anlamlı. Norveç’te, yanılmıyorsam (çünkü dillerini bilmiyorum), intihar haberleri “talihsiz şekilde aramızdan ayrıldı” gibi bir ifadeyle yapılıyordu, ailenin ve arkadaşlarının canı daha fazla yanmasın diye. Sözcük tercihinin işlevlerinden biri de ‘sağaltmak’ kabul edilebilir bana kalırsa.
Aslında neden ölüm yerine bu sözcükleri kullandığım üzerine de düşündüm zamanında. Örneğin kendim için, ölüm sözcüğünü kullanıyorum, hiç sevmediğim biriyse eğer, ne yazacağımı bilmiyor, genellikle ölümü tercih ediyorum, sevdiğim ya da sevmesem de değerli bulduğum insanlar için de vefat ve göçüp gitmeyi kullanıyorum. Ölümle kurduğum ilişkinin sağlığını, kendime ölümü layık görmemden anlayabiliyorum aslında. (Bu arada, mezarlık gezmeyi de severim!) Ben öleceğim, diğeri vefat ediyor, göçüp gidiyor, yitiriliyor. Malum, ölen ölüyor zaten, sonraki her söz ve davranış, kalanlar için. Antropoloji çalışan bir meslektaşım, cenaze sonrasında yenen helvanın ölenle kaynaşmak anlamına geldiğini, kadim zamanlardan beri böyle ritüellerin sürdüğünü anlatmıştı. Nihayetinde her ne yapıyorsak, bu denli garip bir yok oluşu anlamlandırmak ve içimizi rahatlatmak için, sanırım. Murat Sevinç
Anadilinde ölmek
Hemen hemen iki yıldır yazılı sözlü nasıl olursa olsun vefat sözcüğünü duyduğumda engelleyemediğim bir tepkiyle düzeltiyorum. Söyleniyorum. Feys’teki paylaşımlarımda.
İnsanlar, ‘ölüm’ün ağırlığından söz ediyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Biz Türkler, düşünmeden sürüye uyarak yaşarız. Birileri vefat demeye başlayınca onlar da kullanıyorlar, sanki kendilerinin buluşu bilinci sanıyorlar. Hayır. Moda böyle de onun için. Vefat demek daha havalı hepsi bu. Ölüm sıradan, ‘banal’ bir kullanım.
Benzer moda üç sözcük daha vereyim: Enteresan, detay, direk/direkt. Sözlüklerimizde ilginç, ayrıntı, doğrudan diye sözcüklerimiz yokkkkkk, hiççççç olmadı. Ölüm de yok. Vefat’ı ölümünü umursamayacakları öylesine uzak insanlar için de kullanıyorlar ki…
Ben Ataç çocuğuyum. Dil devrimine inanan Türkçe öğretmenlerinin etkisinde Ataç’ın izinde yetiştim. Bu nedenle ‘dil meseleleri’ beni çok etkiliyor, duyargalarımı yakıyor beni incitiyor. Evet beni incitiyor. Her vefat sözcüğünde tepkim şu oluyor: “Türkiye’de kimse Türkçe ölemiyor, Arapça vefat edebiliyor. Ben anadilimde ölmek istiyorum, Arapça vefat etmek istemiyorum.
Teşekkürler, Ataç’tan örnek vermişsiniz. Ben onu bilinç altına yazmış sonra da unutmuşum. Onun gibi tepki verdiğimi görünce mutlu oldum, dönüp yeniden okumalıyım Ataç’ı. Semra Bodur
Etkisiz hal
Ölümün yerine kullanılan birçok örnek vermişsiniz. Bir tanesini de naçizane ben eklemek isterim: ‘etkisiz hale getirmek.’ Haber bültenlerinde, gazetelerde çok duyduğumuz bu laf da maalesef dilimize zorla sokuldu. Mehmet (okurumuz soyadını vermemiş)
*Okurumuzun katkısına bir ek de biz yapalım: ‘ölü ele geçirmek.’ Bu iki örnek de aslında ‘öldürme’yi tanımlıyor ama olsun, aynı kapıya çıkıyor, ölmek, vefat etmek, hayatını kaybetmek fazla birilerine, layık değil, onlar ancak ölü ele geçirilir, etkisiz hale getirilir. Bu durum, kelimelerin nasıl siyasi anlamlarla yüklü ve kirli olduğunu, neden dikkatli kullanmamız gerektiğini de gösteriyor.
Kimsenin kimseye kelime yasaklayacak hali yok tabii, geçen hafta sıraladığımız ölüm kelimelerini herkes kendi yüklediği anlama göre kullanıyor işte… Fakat şimdi burada andığımız ikisi, hele haber metinlerinde, asla kullanılmamalı. MAD
ki
Kamil Aksoylu’nun geçen haftaki ‘ki’ bağlacı sorusuna gazeteci arkadaşımız Dilge Timoçin, Facebook’ta şu cevabı verdi: ‘Zaten’ yerine kullanırız ‘ki’yi İzmirliler olarak.