Tarık Akan’ın serüveni ile Türkiye’nin ve solun serüveni doğal olarak iç içe geçmiştir. Tarık Akan sadece bir sinema yıldızı değil, 70’lerde soldan politize olmuş ve sonrasında politik kimliğini yitirmemekle birlikte o kimliğe “yeni” bir anlam yüklemiş bir kuşağın temsilcisidir, o kuşağın mükemmel bir örneğidir. O “yeni”lik ise işçi sınıfının gücünün kırılmasıyla, Türkiye solunun yediği darbeyi atlamamasıyla, siyasal İslam’ın yükselişiyle, Sovyetler Birliği’nin yıkılıp sosyalist bloğun dağılmasıyla ve küreselleşmeyle doğrudan bağlantılıdır.
İşçi sınıfının ve güçlü bir solun yokluğunda, sosyalizmin yenilgisinin gölgesinde, yükselen İslamcılıktan duyulan kaygıyla ve küreselleşme karşısındaki çaresizlik hissiyle, sözünü ettiğim kuşak sosyalizmden “milliciliğe”, enternasyonalizmden ulus-devlet savunusuna ricat etti. Sınıf mücadelesi vurgusu yerini “mili güçlerin birlikteliği”ne, emek-sermaye çelişkisi perspektifi yerini “küreselleşmeye direnen ulus-devlet” perspektifine bıraktı.
Yetmedi, siyasal İslam’a karşı laikliğin teminatı olarak asker görüldü, sermaye düzeninden bağımsız bir ordu olabilirmiş ve dinselleşme sermaye düzeninin politikası değilmiş gibi, askere ilerici bir misyon biçildi. Sınıf içeriği boşaltılmış anti-emperyalizmin bir tür milliyetçiliğe dönüşmesiyse kaçınılmazdı ve memleketin en temel sorunlarından birine, Kürt sorununa bakışı da belirleyen maalesef bu oldu.
Peki bu yazdıklarım Tarık Akan’ın değerini azaltır mı? Benim açımdan bu sorunun yanıtı kesin olarak “hayır”dır ve karşımızdaki nihayetinde ne bir politikacı ne de politik bir düşünürdür, bir sanatçıdır.