Bu atmosferde Kürt hareketi bir yandan paniğe kapılırken, diğer yandan da Türkiye’yi cezalandırma arzusuyla doldu. Kandil’in taktiksel zorlaması ile barış fikrine entegre olmakta zorlanan genç kuşağın öfkesi buluştu ve HDP içinde de destek buldu. Demirtaş’ın temsil ettiği sağduyu bu gerilimde ezildi. Sonuç Kürt hareketinin kazançlı çıkamayacağı belli olan bir hamlenin akıldışı bir şekilde hayata geçirilmesiydi. HDP’nin çağrısıyla onlarca Kürt öldü, bir Kürt iç savaşı potansiyeli hortladı ve bunun Kobani’ye hiçbir yararı olmadı.
Bu kadar kısa sürede böylesine stratejik bir zafiyeti Kürt hareketi ilk kez yaşadı. Ancak Kürt hareketinin kaybı hükümetin kazancı anlamına gelmedi. Belki bazıları yüzeysel bir bakışla Kürtlerin ‘burnunu sürtmesinin’ hayırlı olacağını düşündüler. Ama tarihin ironisi öyle ki, kaybeden bir Kürt hareketi Türkiye’nin de kaybedeceği bir ortamı kolayca üretebilir. Çünkü Kürt ‘meselesi’ sadece siyasi aktörler arası bir gerilim değil… Sınırların sallandığı bir dünyada, zedelenmiş onuru gözetilen geniş bir toplumsal grubun kalıcı bir birliktelik projesinin asli sahibi kılınması…
Bu gereklilik sosyal alana uzanmayı, ona dokunmayı gerektiriyor. Hükümet bu konuda son derece yetersiz kaldı. Kürt hareketinin ise ‘tarihsel hakkaniyet’ kolaycılığına sığınmaktan vazgeçerek siyasi sorumluluğu paylaşması gerek.Kaybet/kaybet dengesi gerçekte ortak yetersizliğimizin göstergesi, bir kaçış ve intihar yoludur… Hayat her iki tarafı da daha mütevazi, gerçekçi ve olgun olmaya davet ediyor.