Yönetim tarzı, gücü elinde tutanların karar ve uygulamalarına yansıyan tercihlerle ve onun ardındaki zihniyetle bağlantılı. Yönetenlerin kullandığı dil ve söylemden başlayarak, personel politikasına, karar alma süreçlerinin nasıl işlediğine, kurumsal yapıların nasıl kullanıldığına, tercih önceliklerine, toplum karşısında konan mesafeye, hiyerarşiye, kayırma ve ayrımcılıklara, şeffaflık derecesine ve nihayet denetlenmeye açık olup olmamaya kadar uzanan geniş bir yelpaze… Yönetim sistemi, güç paylaşımının temsil ve karar mekanizmalarına ilişkin usullerini veren kural çerçevesi. ‘Başkanlık sistemi’ gibi… Yazımda sorguladığım ‘rejim’ ise bunların arka planında yer alan, çoğunlukla tarihsel tortuyu yansıtan, ideolojik bağlamda tanımlanan ve gücün kullanımını belirleyen bir normlar dizgesi…
Örneğin bugün Erdoğan’ın yönetim tarzından söz ederken, bunun cıvatası yerinden oynamış bir yönetim sistemi altında hayata geçtiğini ve belki de bu nedenle milliyetçiliğe yaslanarak rejimi güçlendirdiğini görmek durumundayız. Diğer deyişle Erdoğan’ın yönetim tarzına itiraz edenlerin, meseleyi bütünlüğü içinde ele alıp rejimin kendisini de sorgulaması gerekiyor. Daha açık ve sembolik bir ifadeyle, Erdoğan’ın alternatifi Atatürkçülük değil, çünkü Atatürkçülük Erdoğan’ın yönetim tarzını içeriyor.
Rejimi anlamanın asgari unsurları siyasette bürokrasinin işlevini irdelemeyi, kamusal alanın tanımına ve niteliklerine bakmayı ve resmi ideolojinin siyaset üzerindeki rolünü ele almayı gerektiriyor. Türkiye’de bilgi tekelini ve yönetimin gizli dizginlerini elinde tutarak, siyasetçi üzerinde zımni tahakküm oluşturabilen bir bürokrasi var. Kamusal alan esas olarak devlete ait sayılıyor ve güvenlikçi bir bakış üzerinden tanımlanıyor. Resmi ideoloji ise her türlü siyaset ve siyasetçinin meşruiyet sığınağı olarak kullanılıyor. Bizler bu rejime ‘cumhuriyet’ diyoruz ama bu kavramın gereklerini irdeleme ihtiyacı duymuyoruz…