Türkiye, paspasının önü ayakkabı dolu bir ev… Türkiye, her akşam döndüğümüzde yine ‘bizden biri’nin öldüğünü öğrendiğimiz bir ev… Ne çok ölümüz var. Ne gözyaşı yetiştirebiliyoruz artık, ne dua.
Vapura biniyoruz. Çoktan beridir değişti ama bize göre bütün vapurların ismi hâlâ Turan Emeksiz. Eve geliyoruz. Elmas Teyze akşamın ayazında yine balkonda. Oğlu Hayrettin’i bekliyor. Hayrettin Eren yemeğe geç kalalı 34 yıl oluyor. İçeri giriyoruz. Koltuğun üstünde Uğur’un küçücük kazağı, portmantoda Hrant’ın ayakkabıları, kitaplıkta Metin’in fotoğraf makinesi. Tam da Sabahattin Bey’in ‘Hep Genç Kalacağım’ adlı kitabının önünde. Mutfakta Saliha Teyze Ceylan’a makarna pişiriyor, yanında Emine Teyze, oğlu Hasan’a balık ayıklıyor. “Azcık geç kaldı ama balıklar kızarasıya gelir” inanıyor.
Teypte hep aynı kaset dönüyor. Hasret, sakin akan berrak sulara benzeyen güzel sesiyle söylüyor: Ölüm denizin kıyısında anacığım… Duvarda, bir çerçevenin içinde, Hatice Teyze’nin, oğlu Onur Yaser’e attığı son mesaj asılı: Oğlum 22.45’te yola çıktık. Yoldayız, geliyoruz. Duymuyor musun çocuğum, niye telefonu açmıyorsun anacağım?
Salonda Festus’un, Ali İsmail’in, Taylan’ın, Bahriye Hanım’ın, Uğur Bey’in, Ethem’in, Abdullah’ın, Musa Bey’in, Medeni’nin, Mehmet’in, annesi Fadime Teyze’nin, İrfan Bey’in… fotoğrafları yan yana duruyor.
Ne kadar çok ölümüz var. Ayakkabılar kapıya, fotoğraflar duvarlara sığmıyor. İçimiz kocaman bir taziye evi. Artık bu evde ne mendiller, ne yemeni uçları, ne kolonyalar, ne bardaklar yetiyor.