
LEVENT GÜLTEKİN
acikcenk@gmail.com
@acikcenk
Ekrem İmamoğlu’nun Ramazan Bayramı’ndaki Karadeniz gezisine davet ettiği kimi gazeteciler üzerinden başlayan bir tartışma var.
Meselenin biraz daha iyi anlaşılması için bazı noktalara işaret etmek istiyorum.
Bu tartışmada dikkatimi çeken birkaç bölüm var.
Bunlardan biri, geziye davet edilen kimi gazetecilere gösterilen tepkiler.
Ülkemiz, mevcut iktidarın yanlış politikaları sonucunda ağır bir yıkıma uğradı.
Kimi gazeteciler veyahut gazetecilik mesleğini kişisel çıkarlarına perde yapanlar isteyerek bu yıkımın ortağı oldu.
Rejim değiştirilirken destek çıktılar.
Gezi ve Kabataş yalanı üzerinden toplumsal çatışma kurgulanırken bu yalanlara ortaklık ettiler.
Bunca yolsuzluğa, acıya, yıkıma rağmen mevcut iktidarın değirmenine su taşımaktan geri durmadılar.
Ya gelen felaketin görülmesini engelleyici bir tavır içine girdiler ya da açıktan bu yıkıma destek verdiler.
Kendi kişisel konumlarını muhafaza etmek için adeta ülkemize karşı tetikçilik yaptılar ve kendilerini okuyan, dinleyen toplum kesimlerini iktidarın yanında durmaya ikna ettiler.
Her şey bu kadar açık seçik ortadayken tek bir gün çıkıp “Yanlış yaptık” demediler. Yaptıklarıyla ülkemize verdikleri zarardan dolayı toplumdan özür dilemediler. Neden oldukları yıkımın utancını yaşadıklarını gösteren en küçük bir işaret de vermediler.
Hal böyleyken muhalif siyasetçilerin bu insanlara iltifat etmesi, normal gazeteci muamelesi yapması, bu kişilerin ülkenin yıkımına verdiği desteği görmezden gelmesi doğal olarak toplumda infiale neden oluyor.
Bu meselede bana göre siyasetçilerin dikkat etmediği iki nokta var.
Bunlardan biri şu: Türkiye’de normal bir iktidar mücadelesi yok. Dahası kimlik, inanç, mezhep, parti mücadelesi de değil bu.
Ülkemizde şu anda demokrasiden yana olanlarla otoriterlikten yana olanların mücadelesi var.
Bu mücadelenin inandırıcı olması için her yönüyle temiz olması gerekiyor.
Toplumun, derdimizin demokrasi ve hukuk olduğuna inanması için ilkeli olmak gerekiyor.
Ülke yararını, parti ve kişisel çıkarın önünde tutmak gerekiyor.
Bu nedenle her kesimden, yaptığı yanlışın farkına varmamış, neden olduğu yıkımın utancını yaşamamış, toplumdan özür dilememiş sembol isimlere prim vermek bu mücadeleye gölge düşürüyor.
Diyalog ama kiminle?
Diğer konu da şu: Toplumun farklı kesimleriyle diyalog kurmak başka, ülkenin yıkımına tetikçilik yapmış insanlara iltifat etmek başka.
Farklı görüşten, kimlikten gazetecilerle bir araya gelmek başka, gazeteciliğini iktidar tetikçiliği olarak kullanmış kimselere gazeteci muamelesi çekmek başka.
Dahası toplumun farklı kesimlerine ulaşmak için bu yıkıma ortak olmuş insanlardan medet ummak epeyce sorunlu bir davranış.
Gazeteciliği kendi kişisel ikbali için kullanmaktan imtina etmemiş, ülkemizin yıkımına ortak olmaktan geri durmamış insanlara gazeteci muamelesi yapmak, tetikçiliği, parti yandaşlığını, bir partinin yanlışlarının savunuculuğunu meşrulaştırmaz mı?
Bunca tehdide, saldırıya, hakarete rağmen bu yıkımın parçası olmamış, gelen felaketi topluma duyurmak için gece gündüz çalışmış gazetecileri, aydınları, yazarları incitmez mi, onların moralini bozmaz mı?
Ülkemizin yıkımına ortak olmuş bu insanlar el üstünde tutulduğunda, iltifat edildiğinde bu ülkenin çocuklarına dürüst olmanın, ülke yararını kişisel çıkar üstünde tutmanın, ülkesine karşı tetikçilik yapmamanın iyi, kıymet gören bir davranış olduğunu nasıl anlatacağız?
Siyasetçilerin böyle bir derdi yok mu gerçekten?
Liyakat derken tam olarak neden bahsediyorlar acaba?
Seçim kazanmak için her yol mubahtır anlayışını mı benimseyecekler gerçekten?
Bu yaklaşımın ülkemizi ne hale getirdiği ortadayken toplumun bu siyaset anlayışını hoş görmesini beklemek, ülkeyi zerre kadar önemsememek olarak algılanacaktır.
İnsanın gücü haklılığındandır
Diğer taraftan bu insanların muhalif siyasetçilerin yanına gelmesini güç dengelerinin değiştiğinin göstergesi olarak görenler var.
Tayyip Erdoğan’ın kullanıp attığı, geçmişte iktidar tetikçiliği yapan kimilerinin, muhalif siyasetçilerin yanına gelmesini güç değişimi olarak görenler nasıl bir zihinsel sefaletin içinde olduklarını sanırım göremiyorlar.
İnsanın gücü haklılığındandır.
Taşıdığı düşüncelerin doğruluğundandır.
O düşünceleri savunurken gösterdiği kararlılıkta ve cesarettedir.
Mevcut iktidara tetikçilik yapmış, toplumda zerre itibarı kalmamış insanlara güç atfetmek, en hafif tabirle aymazlıktır.
Ya benimsin ya da kara toprağın
Bu tartışmanın bana göre sorunlu diğer bir tarafı da Ekrem İmamoğlu’na verilen tepkilerin boyutu.
Siyasetçi ile toplum arasında sağlıklı bir ilişki kurmayı bir türlü başaramıyoruz.
Ya göklere çıkarıyor ya da yerin dibine batırıyoruz.
‘Ya benimsin ya da kara toprağın‘ yaklaşımı içindeyiz.
İmamoğlu’nun böyle bir yanlış yapmasının, sonrasında o yanlışı izah ederken söylediği bazı sözlerle daha vahim yanlışa sürüklenmesinin bir nedeni siyaset anlayışı. Bir diğer nedeni de belediye başkanı seçildiği ilk günden itibaren İmamoğlu’na eleştirilemez, dokunulamaz, ‘Gözünün üstünde kaşın var’ dahi denilemez yaklaşımı içindekilerdir.
Siyasetçiler yanlış yapar, yanlış yaptıklarında eleştirilir, doğru yaptıklarında alkışlanır.
Ekrem bey, camide Kuran okuduğunda, miting meydanına imam çağırıp dua ettirdiğinde, belediye başkanı seçildikten bir hafta sonra Cengiz Holding’i ziyaret ettiğinde ses çıkarılmış, itiraz edilmiş olsaydı, bugün daha dikkatli olur, daha sağlıklı bir çizgiye yönelmiş olurdu.
Katıksız teslimiyet, eleştiriden uzak durmak, siyasetçiyle duygusal bağ geliştirmek, siyasetçiye sonsuz bir güven duymak… Bütün bunlar gelişmemiş toplumlarda görülen davranış türleridir.
Bana göre bu yaklaşım, siyasetçilerin kontrolden çıkmasına, akıl almaz yanlışlara sürüklenmesine ve bozulmasına neden oluyor.
Övmek, yüceltmek, büyük anlamlar yüklemek, duygusal bağ kurmak… Bu gibi davranışlar siyasetçileri zehirliyor, kolayca hata yapmaya sürüklüyor.
Eleştiri düşmanlık değil, eleştirdiğimiz kişinin daha sağlıklı olması için bir anlamda ona yardımcı olmaktır.
Ülkemizin sağlıklı bir siyaset anlayışına kavuşması için bütün bunları görmek ve siyasetçilerle ilişkimizi buna göre belirlememiz gerekiyor.
Değirmenin suyu nereden geliyor?
Bu tartışmada gözden kaçan önemli bir konu daha var.
Ekrem bey, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başkanı.
Elbette doğduğu şehre bayram ziyareti yapabilir, eşiyle dostuyla bayramlaşma organize edebilir.
Fakat gidip o şehirde miting yapması, geziye giderken onlarca gazeteciyi davet etmesi ayrı bir durum.
Belli ki Ekrem bey “Cumhurbaşkanlığı adaylığında ben de varım” demek istiyor.
Elbette bunu da diyebilir. Ama bunu net, açık bir şekilde diyecek cesareti göstermemesi, bir taraftan “Genel başkanım adayımdır” derken diğer taraftan üstü kapalı bir şekilde kendi adaylığı için çalışması…
Buradaki net olmayan tavır insanların güven duygusunu zedeliyor.
Diğer taraftan tüm bu çalışmalarının finansı nereden sağlanıyor?
Mesela geziye davet ettiği gazetecilerin masrafı nereden ödendi?
Dahası o gezinin organizasyon masrafları nereden karşılandı?
Bütün bunlara bir açıklama getirmek zorunda.
Pek dikkat etmiyoruz ama bana göre siyasetteki yozlaşmanın en büyük nedenlerinden biri, siyasetin finansı meselesi.
Dikili bir ağacı bile olmayan insanlar parti kurup Türkiye çapında örgütlenerek şehir şehir dolaşabiliyor.
‘Bu değirmenin suyu nereden geliyor?‘ sorusunu herkese sormak zorundayız.