
BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
Gazze’deki insanlık dramı her geçen gün ağırlaşırken şiddetin durması için formüller de gündeme gelmeye devam ediyor. Geçen hafta hem cumhurbaşkanı hem dışişleri bakanı, Türkiye’nin süregiden krizi çözmek için garantör devlet olarak rol üstlenebileceğinden bahsetti. Eğer bu gerçekleşirse Türkiye’nin aktif olarak anlaşmazlıkta rol alması anlamına da gelecek.
Önce mevcut duruma, daha sonra da uluslararası garantörlük konusuna bir bakarsak bu önerinin ne kadar gerçekçi olduğunu değerlendirebiliriz.
7 Ekim’deki Hamas saldırıları sonrasına alevlenen çatışma Gazze’deki yoğun sivil nüfus kayıplarıyla devam ediyor. Filistin halkının yaşadığı bu trajediye Batı’da sırtını dönenler olduğu gibi aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede derin bir infial duygusu hâkim. Böyle güçlü hisler uyandıran bir meselenin serinkanlı tartışılması zor ama insani dramlar uluslararası siyasetin dinamiklerini etkilemiyor.
İsrail’in Hamas’ın saldırısı sonrası şiddetli bir cevap vereceğini ve bunun sivil kayıplara yol açacağını tahmin edebiliyorduk. İsrail gibi bir güvenlik devletinin savunma kalkanında açılan böylesi bir gediğe sert tepki vermemesi zaten düşünülemezdi. Sırtı denize dayalı, stratejik derinliği olmayan bir ülke için her çatışma bir ölüm kalım meselesi haline geliyor. Elbette geçtiğimiz ay gerçekleşen saldırı, 1973’te Mısır tanklarının İsrail hatlarını yardığı zamana göre daha hafif bir kriz ama yine de geçiştirebilecekleri bir durum değil. Eğer Hamas Gazze’de bulunduğu noktadan İsrail’i böylesine ağır biçimde vurabiliyorsa, Tel Aviv’in benzer bir saldırının bir daha gerçekleşmemesini sağlayacak sertlikle bir cevap vermesi kaçınılmazdı.
İsrail’in Gazze’deki durumu kalıcı olarak değiştirmeye yönelik hamlelerini de anlayabiliyoruz. A planları bölgenin tamamen boşaltılmasını sağlamak ve böylelikle sınırlarının hemen ötesinde Hamas kontrolündeki bir oluşumdan kurtulmak. Bunun için Gazze’deki sivillerin başka ülkeler gönderilmesine yönelik iddialı bir planı uygulamayı deniyorlar. Mısır ve Ürdün’ün Filistinli mültecilere kapıları kapatmasından sonra Blinken’ın Türkiye gezisinde de benzer bir önerinin gündeme getirildiği konuşuluyor. Parasal yardım karşılığı Gazze’deki sivillerin başka ülkelere gönderilmesi ne Filistinlilerin ne de onları kabul edecek ülkelerin çıkarına olacağı için uygulanması kolay değil. 1948’den beri mülteci konumuna düşen Filistinlilerin bir daha yurtlarına dönemedikleri düşünülürse, böyle bir şeyin kabulü kalıcı bir kopuş anlamına gelecek.
Daha gerçekçi olan B planı ise nüfus yoğunluğunu zaten sıkışık bölgenin güneyine doğru sürerek sınıra yakın bölgeleri insansızlaştırmak. Bölgede askeri teknolojinin verdiği imkanlar da kullanılarak bir daha Ekim ayı saldırısının tekrarlanmamasını sağlayacak bir yeni düzen kurmak. Sivil halkı buna ikna etmek için de doğrudan onları hedef alan saldırılarla korkup kaçmalarını sağlamak. Büyük ölçüde sosyal medyaya düşen vahşet görüntüleri bu bilinçli politikanın sonucu.
İsrail’in Gazze’yi işgal etme, orada yerleşme gibi bir planı daha önce olmadı.; bugün de bir değişiklik bekleyemeyiz. 2005’te gönüllü olarak çekildiklerinde ‘insan konservesi‘ olarak nitelenen 2 milyondan fazla Filistinlinin yığıldığı bu dar şeridi gözden çıkarmışlardı. Ama bir şartla: Buradan İsrail topraklarına bir tehdit olmamalıydı. Bu beklentinin pek gerçekçi olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. 2007 yılında Gazze’de Hamas’ın kontrolü sağlamasıyla çatışma dinamiği başlamış oldu. Türkiye-İsrail ilişkilerinde de kopuşa yol açan Dökme Kurşun operasyonuyla beraber düşük yoğunluklu bir çatışma artık daimî hale geldi.
Elbette buradaki kanayan yarayı açık tutan şey İsrail’in ‘iki devletli çözüm‘ projesine ayak sürüyor olması. Gazze’de yerleşme hedefi olmadığını söylediğimiz İsrailliler için aynı şeyi içinde Doğu Kudüs’ün de olduğu Batı Şeria için söyleyemiyoruz. Oslo Süreci’nin de raydan çıkmasına neden olan şey Batı Şeria’da Yahudi yerleşimcilerin kalıcılaşması ve alanlarını genişletmeye devam etmesiydi. Böylelikle Filistin Devletine ayrılan bölge kademe kademe İsrail tarafından fiili olarak yutulmaya devam etti. 1947’deki 181 nolu BM kararıyla kurulması öngörülen Filistin Devleti’nin altından halıyı çeken şey İsrail’in kendisine ayrılan sınırların dışına taşma eğilimi oldu. Böylece Filistin otoritesini bir belediye statüsüne indirgeyerek BM kararına rağmen Britanya’nın eski Filistin mandasından tek gerçek devlet olarak kendileri çıkmayı hedeflediler.
Sadece bölgenin değil dünyanın da en etkin ordularından birisine sahip İsrail’le Filistin arasındaki güç dengesine bakıldığında bu amaçlarına ulaşmaları mümkün görünüyor. Ayrıca Filistin davasının arkasındaki diğer aktörler de Soğuk Savaş yıllarından beri teker teker sahneden çekiliyor. Filistin halkının acıları bizde olduğu gibi birçok ülkede iç siyasetin malzemesi olarak tüketiliyor ama somut bir yere varmıyor. İsrail’in ve arkasındaki ABD’nin karşısına çıkacak bir oyuncu ufukta görünmüyor.
Bu koşullarda İsrail’in simetrik bir güç kullanarak dengelenmesi olası değil. Hamas’ın veya daha önce Lübnan’da Hizbullah’ın yaptığı gibi şehir savaşlarına çekilerek hem kendi verdiği hem de karşı tarafa verdirdiği sivil kayıplar üzerinden zorlanması eldeki tek görünür araç.
Gelelim geçtiğimiz haftadan beri gündeme gelen garantörlük meselesine. Türkiye’nin Kıbrıs meselesinden de Bosna’dan da aşina olduğu bu kurum aslında taraflar arasında varılacak bir uzlaşmayı sağlamlaştırmak amacı güdüyor. Çatışan taraflar arasındaki güvensizlik, dış aktörlerin verdiği garantilerle aşılmaya çalışılıyor. Garantör devlet / örgüt anlaşmanın eksiksiz uygulanması için yükümlülük altına giriyor ama bu aynı zamanda bu aktörlere yeri geldiğinde askeri güç kullanmaya varan yetkiler de veriyor.
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra anlaşmalarında garantör sıfatını kazanan Türkiye 1974’te bu hakkı, adaya yaptığı müdahaleyi uluslararası hukuk zemininde gerçekleştirmek için kullanmıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin nihai siyasi statüsünün ve anayasasının garantörü olan Ankara adanın Yunanistan’a bağlanması amacıyla yapılan darbe girişimini öne sürerek Barış Harekatını gerçekleştirmişti. Daha sonraki sürece ilişkin tartışmalar 1974’te yapılan askeri müdahalenin hukuki zemine oturmasından bağımsız düşünülebilir.
Bu örneğin İsrail-Filistin zeminine uygulanmasındaki güçlük apaçık görünüyor. İngiltere’nin adadan çekilmesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran anlaşmaya benzer bir mutabakat Filistin için ortada yok. Gerçi BM kararı ortada, ardından doksanlarla gelen Oslo Sürecinin nihai hedefleri de biliniyor. Ancak İsrail’de Filistinlilerin kendi devletlerini kurmasına yeşil ışık yakacak bir hükümet yok. Bilakis taraflar arasındaki güç dengesizliğinden istifade ederek karşı tarafa bir ‘Roma barışı‘ dayatma eğilimi görülüyor.
Bu koşullarda Türkiye gibi ülkelerin garantör olma önerileri boşlukta kalmaya mahkûm görünüyor. Taraflardan birisi, hele bu İsrail gibi bir güçse ve arkasında ABD’nin neredeyse koşulsuz desteği varken, anlaşmaya yanaşmıyorsa, böyle bir uzlaşmayı kotarmak mümkün olamaz. Ankara’nın önerileri de iyi niyetli çabalar olmanın ötesine geçmez.
Elbette bu meseleyi gündeme getirenler de çözümün Türkiye’nin tasarrufunda olmadığının farkında. Filistin krizinin bir kez daha patlamasıyla toplumdaki hassasiyetler had safhaya çıkmış bulunuyor. Bir yandan sokağın nabzını yakalamak için hamasi bir söylem, diğer yandan da Osmanlı’dan miras bir emperyal misyonun, belki bölgede ağabeylik görevinin vurgulanması kitlenin duygularını okşuyor.
Türkiye’nin de garantörlük görevini üstleneceği, bölgeye kalıcı barış getirecek bir anlaşma aslında kağıt üzerinde hiç de fena bir fikir değil. Ama bölgenin gerçekleri düşünüldüğünde ulaşılabilir görünmüyor. Mevcut koşullarda garantörlük meselesinin iç tüketime yönelik bir fikir diye düşünmek daha doğru olur.