MURAT SEVİNÇ
Taşra üniversitelerinde işini iyi yapan, öğrencisine emek harcayan ve meslek onuru için mücadele eden meslektaşlarımıza içten sevgi ve saygıyla…
Tuğba Tekerek’in ‘Taşra Üniversiteleri-AK Parti’nin Arka Kampüsü’ (İletişim, 2023) kitabından devam.
Üniversite adı verilen yerde ne(ler) vardır? Mümkünse bir bina. Bina olmadan üniversite olur mu, belli başlı alanlarda olur tabii, diyelim sosyal bilimde ders faaliyeti açık alanda ya da üniversite tabelası olmayan mekânlarda da yapılabilir. Ancak üniversite dersten ibaret değil, laboratuvarı, kütüphanesi, idari personel ve diğer hizmetler düşünüldüğünde bir çatının varlığı fena olmaz. İkincisi, öğrenci. Üniversitenin olmazsa olmaz iki unsurundan ilki. Üçüncüsü, konuları anlatacak birileri. Dahası, kurumların belkemiği olan idari personel ile üniversite kampüsü emekçileri.
Bunlar helvanın yapılabilmesi için asgari gerekler. Peki, bina bulduk, içine öğrenci ve öğretici yerleştirdik, idari personel istihdam edildi, onlara hizmet edecek çalışanlar mevcut, kapıya da ‘üniversite’ yazdık. Başka?
Üniversite tarihinde bu unsurlar hemen her devirde var. Ancak söz konusu unsurların ağırlığı, niteliği, işlevi yüzyıllar içinde değişti. Ortaçağdan bugüne, loncalardan üniversiteye ne öğrenci ne öğretici ve ne de üniversite ‘kurumundan’ beklenen işlev aynı kaldı. Uzun tarihinde, bilim anlayışındaki değişiklik ve çeşitlilikle, ayrıca kendisinden umulan yararla bağlantılı olarak farklı görevler üstlendi üniversite. Nitekim bugün dünyanın değişik yerlerinde farklı ekoller olduğu gibi, tartışmalarda ideolojilerin belirleyici etkisini görmek de mümkün. Bilimin özgürlüğünü ve türlü iktidarlar karşısındaki özerk alanını savunanlar ile üniversiteyi büyük ölçüde ar-ge faaliyetine hizmetle görevli bir tür işletme olarak görenler arasındaki farklar ve mücadele, ayrımlardan yalnızca biri. Bu arada, üniversite için akademik/bilimsel özgürlük gereksinimi ve bu gereksinimin genel geçer kabul görmüş bazı ilkelere dayanması gerekliliğinin, geçmişi çeyrek yüzyılı bulan hayli yeni bir düşünce olduğunu söylemek gerekiyor.
Türkiye bu uzun tarih içinde göreli genç bir üniversiteye sahip. Osmanlı-Türk üniversitesinin bir asırdan biraz uzun bir tarihi var ve bu tarih, Osmanlı-Türk modernleşme tarihine dahil. Cumhuriyet devrinin üniversite geçmişinde onur verici sayfalar yanında, hayırla yâd edilemeyecek yıllar ve tasfiyeler yaşandı. Neredeyse her 15-20 yılda bir öğretim üyesi tasfiyesi gerçekleşti Türkiye’de. Hepsi, bir dönemden bir başka döneme geçildiği varsayılan yıllarda oldu. ‘Bir ara’ devleti yönetenlerin, sakıncalı gördüğünü üniversite dışında bırakması Türkiye’deki üniversite siyasetinin görünümlerinden biri.
1980 darbesi sonrasında, herhangi bir demokratik sistemde benzeri olmayan bir kurul yaratıldı ve bu sayede üniversitenin her unsuruyla devlet denetimi-yönetimi altına alınması olanaklı hale geldi. O gün bugündür muhalefet partileri YÖK’ü kaldırmayı vadetti ve iktidara gelince çok sevdi. Kısa süre koalisyon ortağı olabilen sol iktidarlar dahil. Bugüne dek siyasi partilerin YÖK’le ilgili tutumları, Türkiye siyasi vasatının riyakârlığının en belirgin hale geldiği konulardandır. YÖK’ün mimarı olan ve 12 Eylül sonrasındaki üniversite tasfiyesindeki payı bilinen İhsan Doğramacı’nın -namı diğer ‘Hocabey’in- ölüm yıldönümlerinde kimin ne söylediğine bakmak ‘ülke’, ‘toplum’ ve ‘hafıza’ hakkında epey fikir verici olur.
1982 Anayasası’nın kabulünden önce aceleyle kurulan YÖK, Türkiye sağının hiçbir zaman hazzetmediği üniversite özerkliğinin sonu anlamına geliyordu. AKP, diğer darbe kurumları ve mevzuatı gibi YÖK’ü de çok sevdi. İlk yıllarda Sezer’in yaptığı atamalarda bazı sorunlar yaşasa da, 2000’lerin sonundan itibaren adım adım ele geçirdi ve bir kez hâkimiyeti sağladıktan sonra parti-devlet için YÖK gibi bir sorun kalmadı. Hâlihazırda ülkedeki üniversitelerin yöneticileri bir kişi tarafından belirleniyor ve AKP rejiminin üniversitenin fethi sürecinde pürüz yaşadığı tek kurum Boğaziçi Üniversitesi oldu.
Demem o ki, üniversite hem genel hem Türkiye’ye özel tarihinde her zaman devletle/yönetimle yakındı. Devletlerin-egemen sınıf çıkarlarının âli menfaatleri ile bilimin gerekleri arasındaki gerilimin varlığı, geçmişten miras bir olgu. Ancak söz konusu gerilimin bir yanı devlet-egemen sınıfın çıkarıysa, diğer yanı bilimin kendi yolu yordamı ve özgürlük ihtiyacıdır.
12 Eylül sonrası devlete hâkim ideoloji ve YÖK, üniversitenin güçlüklerle dolu tarihi içinde elde edilen kazanımların canının okunmasına yol açtı. 2000’lerle birlikte, özellikle 2010 sonrasında siyasal İslamcıların devlet idaresinde hâkimiyeti belirginleşti, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından olağanüstü hâl koşullarında yeni bir rejime geçildi, binlerce akademisyen şu ya da bu gerekçeyle tasfiye edildi ve AKP kendi üniversitesini kurarken, henüz bütünüyle ele geçiremediği devlet üniversitelerini suskunluğa mahkûm etti. (Onların da mahkûm olacağı vardı!) Dolayısıyla AKP’nin üniversite siyaseti, üniversite tarihimiz içinde özgül nitelikleri olan bir dönemi temsil ediyor. Siyasal İslamcı kapitalistlerin üniversite tahayyülünü. Evet sinekten yağ çıkaran bir kâr elde etme isteği ve evet, dinselleştirme, tutuculaştırma, sağcılaştırma… hepsi bir arada.
İşte Tuğba Tekerek’in çarpıcı kitabı, AKP’nin arka bahçelerinden taşra üniversitelerinin söz konusu iki amaca, ‘maddi kazanç elde etme’ ve ‘dinselleştirmeye’ nasıl hizmet ettiğini büyük başarıyla anlatıyor. Dinselleşme yerine belki de ‘Türk-İslamcı ideolojinin hâkimiyetinin kurulmasına’ demek daha doğru olur; daha ziyade bir yozlaşma, sağcılaşma, ceberrutlaşma ve ilkelleşme hikâyesi aslında. Çalışmanın başından soruna dek bu iki hedefin gerçekleştirilmesi için neler yapıldığına tanık oluyoruz. Kampüs yeri seçimleri, kampüs içi organizasyon, üniversite idarecilerinin eşrafla kurduğu ilişki, öğrencilerin şehirlerin ticari yaşamındaki yeri, dinin ve milliyetçiliğin kampüslerdeki etkisi… Tanımlamak kolay değil, belki şu söylenebilir: Siyasal İslamcı ideolojinin Müslümanlık ile ne kadar ilgisi varsa, AKP’nin üniversitelerinin de üniversite düşüncesi ile o kadar ilgisi var.
Bir önceki yazıda dile getirdiğim gibi, Tuğba Tekerek kültürel-etnik çeşitliliği de olabildiğince gözeterek, ülkenin farklı coğrafyalarından beş üniversiteyi; Ağrı İbrahim Çeçen, Bingöl, Giresun, Kilis 7 Aralık ve Yalova üniversitelerini odağına alıyor. Bu üniversitelerin ortak özelliği, 2006-2008 yılları arasında ‘her ile bir üniversite’ siyaseti kapsamında kurulmuş olması.
Yukarıda altını özellikle çizdim, maddi kazanç etme ve dinselleştirme/bir dünya görüşünü dayatma, iki başat hedef. Eğer derdiniz üniversiteyi arka bahçeniz haline getirmekse ve merkez üniversiteleri bütünüyle ele geçirmek kolay değilse, iki şey yapılabilir: Üniversitelerin patronu YÖK’e hâkim olur, ardından kendi üniversitelerinizi kurup merkezi bunlarla kuşatırsınız. Böylece yirmi yıl önce ‘elit’(!) sıfatıyla adlandırılan büyük şehir üniversiteleri, çevresinde açılmış 100’ün üzerinde taşra üniversitesinin orta yerinde kalır. Mezunuyla, akademik personeliyle, yüksek lisans-doktora programlarıyla ve dolayısıyla merkez üniversitelerinin akademik kadrolarının niteliğini/geleceğini de belirleyecek ‘jürileriyle’ vs. Tuğba Tekerek diyor ki:
“Bugün sayısı 185.000’e ulaşan öğretim elemanlarının en az 100.000’i son 16 yılda kadroya girdi. Bu akademisyenler, AK Parti’nin yükseköğretimi dönüştürme hedeflerine uyumlu olacak şekilde seçilirken, ‘muhalif’ diye değerlendirilenler mümkün olduğunca dışarıda bırakıldı. OHAL döneminde KHK’larla ve 15 üniversitenin kapatılmasıyla 9.000’den fazla akademisyen bir gecede işsiz bırakıldı. İktidar çizgisinde olmayıp üniversitede kalmayı sürdürülebilenler ise büyük ölçüde sessizleştirildi. Neticede, AK Parti iktidarı üniversitelerde yönetim katlarını kendisine bağlamayı, aykırı sesleri bastırmayı ve onun çerçevede hareket eden bir akademik kadro yaratmayı büyük ölçüde başardı. Özellikle taşradaki üniversitelerde özellikle iktidar çizgisindeki kadrolar hâkim.”
Yazar, söz konusu hâkimiyetin yalnızca kadro işgaliyle değil, üniversite yaşamının her ânına nüfuz eden bir ideolojik bilinçle kurulduğunu, ziyadesiyle sinir bozucu örneklerle anlatıyor. Dinselleşme, derslerde, konferanslarda, yurtlarda, kampüs camilerinde, aklınıza gelebilecek her yerde hedeflerden biri. Sabah namazı için uyandırılıp namaza götürülen öğrenciler, yemekhane ve dersliklerde olağanlaşan haremlik-selamlık uygulamaları, akla zarar konu başlıkları ve konuşmaların yapılabildiği sempozyumlarda ‘imanın yerini aklın almış olmasını’ eleştiren rektörler… Bu arada, kampüslerde öğrenci eşlikçilerinin sivil polisler olduğunu söylemeli. Her an, her yerde kontrol altında çocuklar. Onları ‘bölücü’ ve ‘zararlı’ akım ve faaliyetlerden korumak için! Tekerek’in çalışmanın odağına aldığı üniversitelerde en dikkat çekici ‘kamu hizmetlerinden’ birini sivil polis veriyor. Çoğunda kütüphane, hoca, sosyalleşme alanları, teknik olanaklar yok ama, anlaşılan sivil polis mevcut.
Dinselleşme salt kampüs yaşamının organizasyonuyla gerçekleşmiyor. Tekerek, ilahiyat fakültelerindeki olağandışı artışa ve ilahiyatçı idareci sayısının çokluğuna dikkat çekiyor. Bunu Kemal Gözler de yazmıştı. Kemal Hoca’nın bu yazısını da okumanızı öneririm. Fakülte, öğrenci ve hoca sayısında, hukuk fakültelerini geçmiş durumda: “İlahiyat fakültelerinin kontenjanı 2006 yılında 675’ti, 2021 yılında 19.531’e fırladı. %2.973’lük bir artıştan söz ediyoruz.” Kimi öğrenciler başka şansı kalmayınca bu fakültelerde okumaya başlamış, kadın öğrenci sayısı ile erkek hoca sayısı belirgin biçimde fazla. Çoğunlukla kadın-erkek ayrı eğitim verilen fakültelerde profesörlerin yüzde 96’sı erkek.
Kampüslerdeki devasa camileri bir yana bırakıp, dinselleşme bahsinde son olarak ‘manevi rehberlere’ değinmek istiyorum. Diyanet-üniversite el ele. KYK yurtlarına atanıyor rehberler ve gençlerin sorunlarına ‘manevi çözümler’ üretiyor. Çözüm üretirken bir yandan da bedava çay servisi yapıyorlarmış! Rehberlerin her soruna ilişkin çözümü var, diyelim çok gerginsiniz, stresle baş etme yöntemi olarak, “bu da geçer ya hu” ya da “canını sıkma, nasipse olur” gibi ifadelerle telkinlerde bulunuyorlarmış. Eh, gerginlik kalmıyordur genç insanda tabii. Diyelim başörtülü bir kadın öğrenci başını açmaya niyetlendi, manevi rehber devreye giriyor ve öğrenciyi doğru yola sevk ediyor. 2019’dan itibaren artık hukuksal olarak da bir meslek olarak tanımlanıyormuş rehberlik.
İkinci başat amaç, maddi kazanç konusu tahmin edilebilir; üniversiteler taşra için çok önemli bir gelir kaynağı. Ev sahipleri, esnaf vs. Şehir merkezindeki okul yalnızca oraya yarar sağladığı için, ilçelerde meslek yüksek okulları açılıyor ki ‘taşranın taşrası’ da gelir elde etsin. Dolmuş esnafının bir meslek yüksek okulu açılmasındaki belirleyiciliği akademisyenden daha fazla. Orada hoca var mıymış, öğrenci ne yaparmış, taşranın taşrasında sıkışıp kalmış bir gencin hali ne olurmuş… böyle kaygıları yok yöneticilerin. Güler misin ağlar mısın, ilçedeki bir meslek yüksek okulunun öğrencisi, ders dışında genellikle yatıp uyuduklarını söylüyor, yapacak başka hiçbir şey yokmuş.
Tek kişilik kadroyla açılan bölümler, istemediği bölümlerde okuyan öğrenciler, her derse giren hocalar, esnaf ve müteahhit talebiyle açılan meslek yüksek okulları, atmosferden etkilenerek dönüştüğünü hisseden mutsuz ve umutsuz genç insanlar, ‘kuduz’ muamelesi gören muhalif akademisyenler, alanlarıyla ilgisiz kadroları dolduran hocalar, sivil polis faaliyetleri, cuma namazı saatinde odasının kapısını kilitlemek zorunda hisseden akademisyenler… “Cuma namazında ‘birileri beni görür mü?’ diyerekten odasının kapısını kilitleyen ya da sanki cumaya gidiyormuş gibi çıkan insanlar biliyorum. Bunun kendilerine karşı bir mobbing unsuru olarak kullanılacağını düşündükleri için, bununla karşılaşmak istemedikleri için…”
Bir de, eğer o taşra okulu olmasaydı üniversite yüzü göremeyecek genç insanlar ve özellikle kadınlar var tabii. Peki bir kadın öğrencinin okuma şansının o kurum oluşu, durumun vahametini ortadan kaldırır mı? Aklı başında ve işini layıkıyla yapmaya çalışan, karşılığında mütemadiyen baskı gören ve buna karşın pes etmeyen öğretim üyesi meslektaşlarımız ve her şeye rağmen eğitim almak için canını dişine takmış cevval öğrenciler bir yanda; tek marifeti öğrenci üzerinde baskı kurmak ve iktidara yaranmak olan, bilimsel bilgiyle herhangi bir ilişki kurmamış ve böyle bir niyeti de olmayan öğretim üyeleri ile muhbirliği görev edinmiş öğrenciler diğer yanda. Bir hoca, “Ağrı’da fakülte okuyacağınıza İstanbul’da levha okusanız görüş açınız daha çok değişir” demiş. Kendi kurumu için ve kendi öğrencilerine. Ne demeli bu durumda? En iyisi daha fazla uzatmamalı.
Çok yorucu bir kitaptı. Mutlaka edinmenizi tavsiye ediyorum.
Bir önceki yazıda, Türkiye’de bu devasa sorunu çözecek niyet ve cesarette bir siyasetçi olmadığını iddia etmiştim. Hâlihazırdaki hiçbir siyasetçinin böyle bir açmazla baş edemeyeceği kanısındayım. Tuğba Tekerek de çalışmasını, “üniversite bu şartlar altında fena halde can çekişiyor” diyerek bitirmiş. Taşrada mücadele eden saygın akademisyenlere ve zor koşullarda öğrenme azmi sergileyen pırıl pırıl gençlere haksızlık etmemeye özen göstererek.
Diken’de Tuğba Tekerek’le kitabı üzerine yapılan söyleşiyi buraya bırakıyorum.