f.geerdink@gmail.com
Mektuplara hep ‘Tu çawa yî?’, yani ‘Nasılsın?’ diye başlıyorum. Ardından ‘Ez baş im’, yani ‘İyiyim’ diye yazıyorum. Peki ya sonra? Hayatının son 27 ayını cezaevinde, birkaç metre kare içinde ve demir parmaklıkların ardında geçiren bir arkadaşınıza ne yazarsınız? Güneşi görüp görmediğini bile bilmiyorum ve bunu sormaya da istekli değilim.
12 Kasım 2011’de Diyarbakır’da tanışmıştık onunla. Ben bir konferans için oradaydım fakat cumartesi günü iki PKK üyesinin cenazesinin kaldırılacağını duydum. Daha önce böyle bir cenazeye hiç katılmamıştım, bu nedenle konferanstan birkaç saatliğine ayrılıp gitmeye karar verdim. Cenaze, birkaç bin kişinin toplandığı bir camide başladı. Bağırarak slogan atan, öfkeli insanların arasında yalnızdım. Birkaçıyla konuştum ama aslında daha az aktivist, daha rahat bir kişiyle daha konuşmak istiyordum. Etrafıma bakınca, bir şekilde oraya tam olarak ait görünmeyen, kibar yüzlü bir adam gördüm. O da gazeteci çıktı; birbirimizi bir şekilde tanıyorduk. Özgür Gündem için muhabirlik yapan Turabi Kişin’le böyle tanıştım.
Cezaevine dönmek istemiyordu
İki gün sonra tekrar biraraya geldik. Diyarbakır’daki meşhur Hasanpaşa Han’da kahve içtik. Fısıldıyor ve sürekli arkasını kolaçan ediyordu. Devletin peşinde olduğunu düşünüyordu. Yeniden cezaevine girmek istemiyordu; zira 90’larda girmişti.
O dönem yaşadığım İstanbul’a dönmemden bir ay sonra, onlarca Kürt gazeteci tutuklandı. Turabi’ye “İyi misin?” diye mesaj attım. İyi olduğunu ama bunun çok uzun sürmeyeceğini söyledi. Ocak 2012’de tekrar Diyarbakır’a gittiğimde onu aramaya çalıştım. Telefonu kapalıydı. Özgür Gündem’in ofisinde korktuğum başıma geldi: Tutuklanmıştı. Irak Kürdistanı’ndaki Erbil’den dönüşte, Ankara’da havaaalanında tutuklanmıştı. Bir süre sonra, Özgür Gündem’in yayın yönetmeni Hüseyin Aykol bana Turbai’nin İstanbul yakınlarındaki Kandıra Cezaevi’nde tutulduğunu söyledi. Ona bir mektup gönderdim. Ve o ilk mektuptan bu yana, ne yazacağımı bilmiyorum. Benim hayatım sürekli seyahat haline geçiyor; Türkiye ve Kürdistan’da seyahat ediyorum, ara sıra Hollanda’ya gidiyorum. O cezaevindeyken kitabımı yazdım ve yayımlandı.
Seyahatlerimi mi anlatacaktım?
Demir parmaklıklar ardındaki birisinin, dışarıdaki bir arkadaşının seyahat hikâyelerini dinlemesi hoş olur mu? Devletin sizi hapsetmesinden önce yaşadığınız şehirdeki mevsim değişikliklerini duymak sizi rahatlatır mı? Yoksa Diyarbakır’ı geçen aralıkta büyüleyici bir kar tabakası kapladığını, şimdi de bahar gelmişken parklarda hayatın yeniden başladığını ve ağaçların yemyeşil olduğunu duymak acı mı verir? Ailemin beni Diyarbakır’da ziyarete geldiğini, araba kiralayıp Diyarbakir, Mardin, Batman, Bitlis, Van ve Siirt’e harika bir seyahat yaptığımızı anlatsam hoşuna gider mi? Yoksa evini mi özler? Peşinden koştuğum haberleri ve kitap yazdığımı duymak ona ilham mı verir? Yoksa bunları anlatmak, ona kıymetli mesleğimizle karşı koymak gibi mi anlaşılır?
Bu konudan, yaşı ilerlemiş ve hasta olan babası İstanbul’daki KCK davası nedeniyle hapiste tutulan yakın bir arkadaşıma söz ettim. Aileden olduğu için babasını ziyaret edebiliyor; zaten yazışıyorlar da. Ama ne yazıyor? Bana, babasının keyfini yerine getirmek için sık sık özel bir şey yapmaya çalıştığını anlattı: Bazen neşeli resimlerin bulunduğu kartpostallar gönderiyor; bazen cezaevi hayatındaki koku değişsin diye mektuba parfüm sıkıyormuş. Ben de kartpostallar gönderdim ama o kadar da iyi tanımadığım birine yazdığım mektuba parfüm sıkmak kulağa garip geliyor.
‘Devlet büyüdüğünde insanlar cüceleşir’
Onu cezevinde ziyaret edemiyorum ama duruşmalara sık sık gidiyorum. İlk birkaç duruşma Silivri’deki daha küçük olan salondaydı; ama duruşmalar artık devasa büyüklükteki yeni salonda yapılıyor. Turabi bana o yeni mahkeme salonu hakkında şunları yazmıştı: “Bu defa bizi futbol sahası büyüklüğünde yeni bir salonda yargıladılar. Bilirsin devletler kendi büyüklüklerini, kudretli ve yıkılmaz olduklarını topluma kabul ettirmeye ve böylece boyun eğmelerini sağlamaya çalışırlar. Bunun en iyi araçlarından biri de büyük büyük binalar, ihtişamli binalar, devlet yapiları yapmaktır. Kolezyonlar, saraylar, kaleler, surlar, zindanlar, hükümet konakları. Tüm bunlar devletin, devletlerin büyüklüğünü insanların ise küçüklüğünü anlatmak içindir. Bu nedenledir ki ‘Devletin büyüdüğü yerde insanlar cüceleşir’ denir.”
Hiç KCK davasına gittiniz mi bilmiyorum ama adet şu: Sanıklar içeri girdiklerinde ziyaretçilerin bulunduğu yere mümkün olduğunca yakın duruyor; ziyaretçiler de onları sanıklardan ayıran bölmenin hemen yanında, ayakta duruyor. Arada sadece birkaç jandarma bulunuyor. Sonra el sallamalar ve bağırışlar başlıyor. “Nasılsın?”, “Ben iyiyim, sen nasılsın? Geldiğin için teşekkür ederim” gibi konuşmalar duyuluyor. Ben de orada duruyor, el sallıyor ve bazen konuşuyorum. Bu gelenek, öğle yemeği tatiline çıkarken ve dönüşte, en son da duruşmanın bitiminde tekrarlanıyor.
Hasanpaşa Han’da kahve vakti geldi
Orada ayakta durduğum sırada, mektup yazarken hissettiklerime benzer hisler taşıyorum. Garip hissediyorum; sabah yapılan ilk konuşmaların üzerine daha fazla ne diyebileceğimi bilemiyorum. “Mektubu aldın mı?”, “Evet aldım, sen benimkini aldın mı?” Bundan başka ne denebilir? Eski duruşma salonunda sanıklarla ziyaretçiler birbilerine daha fazla yaklaşabiliyordu ama bu dev salonda mesafe çok büyük. Yeniden el sallıyorum; kendime güvensiz bir biçimde oradan ayrılıyorum ve el sallayıp sesini duurmak isteyen diğer ziyaretçilere yer açıyorum. Turabi’yle Hasanpaşa Han’da yeniden kahve içmemizin vakti geldi.