MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
Beş on yıl öncesine kadar Haliç’ten her geçtiğimde, “Bu insanlar bu kokuyla nasıl yaşıyorlar?” diye şaşardım. Haliç kokmaya başlamadan önce orada yaşayan insanları böyle bir kokunun olduğu yere yerleştirseydiniz, onlar da yaşanamaz bulurdu o ortamı. Peki, bu insanlar o pis kokuyla yaşamayı nasıl sürdürdü?
Bu sorunun cevabı daha önce cevaplamamız gereken basit soruda: Haliç neden kötü kokardı?
Çünkü durmadan atık ve pislik üretiyor ve doğaya bırakıyorduk. Arıtma gereği bile duymuyorduk. Pisliği elimizden ve evimizden attık mı temiz kalacağımızı sanıyorduk, sanıyoruz. Attığımız ilk pislik koku üretmedi, yine attık, yine attık, yine attık. Sonunda deniz, pisliği daha fazla saklayamaz, pislikle yaşayamaz duruma düştü ve koku olarak kusmaya başladı. İlk başlarda koku azdı, katlanılabilir bulduk onu, o kokuyla yaşamayı seçtik, pisletmeye devam ettik. Sonra koku giderek ağırlaştı, biz de bu ağırlaşan kokuya giderek alıştık. Haliç’in kokusu evlerimize girdi, şehre sindi.
Ortalığı fütursuzca kirletmenin, toplumun ve bireylerin kirlenmesiyle mümkün olabileceğini fark edemeyecek kadar yozlaştık. Pirüpak olduğumuzu düşüne düşüne berbat bir pisliğin içinde yaşamaya başladığımızı idrak edemeyecek hale düştük. Bu koku, bu pislik yaşama ortamımız haline geldi; kanıksadık, hatta benimsedik. Ancak metamorfoza uğramış bir toplum bu kokuyla yaşamayı sindirebilirdi.
Haliç’in kokusu kirlenmiş, çürümüş, yozlaşmış bir toplumun işaretiydi; her şey Haliç gibiydi. Sosyal şartlar, ortamlar, kurumlar, siyaset, medya Haliç gibi somut, burnumuzun direğini sızlatan kokular salmayabilir ya da kimsenin inkar edemeyeceği biçimde kokuşmuşluğunu ele vermeyebilir. Halbuki aynıdır durum, kokular, işaretler her zaman vardı(r): şehirlerimizin çirkinliği, doğa tahribatı, adaletsizlik, işkence, yolsuzluk, faili meçhul cinayetler, devlet içine çöreklenmiş çeteler, tarihin yok edilmesi… Gelgelelim, bunlar siyasi meşrebimize göre kabul veya inkar edebildiğimiz şeyler. Haliç’in kokusu gibi hiçkimsenin yok sayamayacağı bir yozlaşma işareti yerine geçemediler.
Tek kelimeyle söylersek çürüme diyeceğimiz şey AKP’yle başlamadı tabii. Kimimiz şu dönemi, kimimiz bu dönemi yüceltti, haksızlıkları yoksaydı, kimimiz de kimi dönemleri çürümenin tek ortamı kabul etti, kendi dönemlerini yüceltti, kendi haksızlıklarını görmedi, meşru saydı.
AKP iktidarı bu çürümeyi yeni zirvelere taşıdı. Aynı Haliç’in kötü kokusunda yaşamayı kanıksayan insanlar gibi, toplumun büyük bir kesimi çürümeye yol açan haksızlıklar karşısında susarak, ne susması, bunları destekleyerek çürümeyi azdırdı, çürüyerek yaşamayı benimsedi, hazmetti. Gerekçeler hazırdı: emperyalizme karşı koyuyorlardı, Türkiye nihayet dünya gücü oluyordu, Türklük şahlanıyordu, İslam ihya oluyordu…
Şimdi bu çürümeyi benimseyen insanları pat diye böyle bir ortama koysanız, ya da daha iyisi, karşıtlarının iktidarda olduğu bu ortamın kopyasına koysanız, yaşanamaz bulurlardı onu. Aynı benim kötü kokulu Haliç’i yaşanamaz bulmam gibi. Barış diyen içerde, gazeteci içerde, yazar içerde, akademisyen içerde, gençler içerde, köylüler içerde, jandarma işgal ordusu işlevinde, yolsuzluk ayakkabı kutularına bile girmiş, ülkenin başbakanı ve istihbarat şefi birkaç bomba patlatıp komşu ülkede iş çevirmeyi konuşuyor ve bu konuşmalar sızıyor… Hepsini saymaya gerek var mı?
İşte bütün bu çürüme de adım adım oldu. Stanley Kramer’in 1961 yapımı şahane filmi ‘Judgment at Nuremberg’in (Nüremberg Duruşması) son sahnesi konumuz bakımından da ibret verici. Film, dört Alman hukukçunun Nazi rejimine hukuksal ve yargısal payanda işlevi görmekten yargılanışını ele alıyor. Yargıç, “Bu davada suçlamaların temelini basit cinayetler ve hunharlıklar oluşturmuyor. Suçlama, ulus çapında ve hükümet eliyle yürütülen bir gaddarlık ve adaletsizlik sistemine, tüm medeni milletlerin kabul ettiği her tür ahlaki ve yasal prensibi ihlale bilinçli olarak katılmaktır” diyerek sanıklara ömürboyu hapis cezası verir.
Amerikalı Yargıç Haywood (Spencer Tracy), memleketine dönmek için havaalanına gitmeye hazırlanırken sanıklardan Ernst Janning’in (Burt Lancaster) kendisini görmek istediğini öğrenir. Janning, Nazi döneminden önce hukuk alanındaki çalışmaları ve kitaplarıyla uluslararası şöhret kazanmış biridir. Yargıç Haywood, Janning’in hücresine gider. İki güçlü karakter arasında şu diyalog geçer:
— Yargıç Haywood . . . gelmenizi istememin nedeni. . . O insanlar. . . o milyonlarca insan. . . İşin oraya varacağını asla bilmiyordum. Buna inanmalısınız. Buna inanmalısınız.
— Herr Janning. . . masum olduğunu bildiğiniz ilk insanı ölüme mahkûm ettiğinizde, iş oraya gelmişti.
Haksız, yanlış olduğunu bildiğiniz ilk karara karşı çıkmayıp desteklediğinizde ne Türklük şahlanır, ne İslam ihya olur, ne Osmanlı hortlar, ne Türkiye dünya gücü olur. Nazi Almanyası gibi şahlanır, Nazi Almanyası gibi çökersiniz. İşte bu oldu, oluyor. Ama hala birileri bu şahlanmaya ve bu çöküşe doğru dörtnal!
Fakat durum Haliç’ten de kötü. Haliç’i çürütmüştük, Marmara denizini öldürmüşüz. Marmara Çevresel İzleme (MAREM) projesi projesi yürütücüsü, hidrobiyolog Levent Artüz, 1+1 Forum‘daki söyleşisinde Marmara Denizi’nin niçin öldüğünü, nasıl öldürdüğümüzü gayet net anlatıyor. Siren İdemen’le Anıl Olcan’ın yaptığı bu söyleşiyi herkes mutlaka okumalı. Şimdi hepimizin gördüğü ‘deniz salyası’nın (müsilaj), ‘cesedin çürümesi’ olduğunu söylüyor. Üstelik, Haliç’i temizleyelim derken Marmara’nın ölümüne katkı yapmışız.
Ama daha dün, AKP ve MHP, Marmara’nın ölümüyle ilgili Meclis araştırması önerisini reddetti. Dünyanın en genç denizini öldürmüşüz, ama neredeyse ağlayanı bile yok. Kıyamet kopması gerekirdi, kopmuyor. Kıyameti küçücük Marmara denizinde yüce Türk medeniyeti, kültürü kopardı.
Haliç’in kokusu bize bir şey diyordu, anlamadık. Marmara Denizi’nin ölümü daha vahim bir şey diyor: Aslında ölmüşüz, toplum ölmüş, siyaset leş, medya kokuşmuş, töre katil, ahlak yoz … ülke bir lağım çukuru, lağım sıçanlarına gün doğmuş.
Türkiye içindeki ve dışındaki her şeyi öldürüyor (insanı, doğayı, kültürü, tarihi), bazan yaparak öldürüyor, bazan yok ederek, ama mutlaka öldürüyor, her eylemi buna ayarlı (Direnen, temiz bir yaşamı savunan, dahası ölüme direnen, canlılık belirtisi gösteren birileri var tabii, işte onları da ya öldürüyor iktidar ya hapse tıkıyor ya zulmediyor onlara. Cesetler, en büyük canlılık belirtisi olan Gezi direnişini, yıldönümünde olduğumuz şu günlerde, yine ‘terörist’ ilan ediyor mesela, ‘dış mihrak komplosu’ sayıyor).
Kendi cesedinin kokusu burnuna gelmediği için canlı olduğunu zanneden bir ülke burası. Ölülerin koku duyusu yoktur oysa.