90’lar esasen ‘faili meçhul’ cinayetlerin, köy boşaltmaların en ağır şekliyle hüküm sürdüğü ancak bunu medyanın göstermediği, onun yerine birbiri ardına yayıncılığa başlayan özel televizyonların sabahtan akşama vur patlasın çal oynasın programlarla toplumu uyuttuğu bir dönemdi. Gerçekte nelerin yaşandığına ancak Kürt kentlerinde yaşayanlar tanıktı ancak orada yapılan haberler İstanbul’da, Ankara’da haber merkezlerinde takla attırılır, sıfatlara boğulur, gazeteciler yalancı çıkarılır, canları pahasına nasıl haber yaptıkları umursanmazdı. İliştirilmiş gazetecilik kavramı Irak Savaşıyla, 2000’lerin başında literatüre girse de Türkiye’de medya çok uzun süredir iliştirilmiş şekilde, ordu helikopterleriyle seyahat ederek yapılmaktaydı.
İşte böyle bir dönemde 24 Ocak 1989’da Cumhuriyet gazetesinde “Köyde korku havası: Yeşilyurt olayı” başlıklı, ölçeği küçük ama etkisi büyük bir haber yayınlandı. Köyün muhtarı Abdurrahman Müştak, nasıl büyük bir baskı altında olduklarını şöyle anlatıyordu “Şikâyet etmedim, bekledim, ta ki insan pisliği yedirilinceye kadar.” Haberde o dönem gazetenin Adana Güney İlleri Bürosu Şefi Celal Başlangıç’ın imzası vardı.
O haber gazeteci olmak isteyen pek çok gence ilham oldu. Gazetecilik böyle de yapılabiliyordu. Başlangıç’la tanışıp haber hikayelerini defalarca dinledim, idealleştirdiğimiz pek çok gazetecinin yıllar sonra nasıl savrulduğunu gördüm ve onu dinlerken o cümle kafamda hep tekrar etti “gazetecilik böyle de yapılabilirdi”. Benim de dahil olduğum farklı şehirlerde düzenlenen röportaj atölyelerinde genç gazetecilere sakince ve hep koruduğu nezaketiyle gazetecilik cesaretini aşıladı ve de dili sevmeyi. Sohbeti kadar, yazı dili de güzeldi. Hocası Yaşar Kemal’di, genç gazetecilere hep Kemal’in röportajlarını okumalarını tavsiye ederdi.