SELİN GÜREL
Cannes Film Festivali’ni bir insan olarak hayal edince, olduğundan daha genç görünmek için türlü numaralar çeviren, her fırsatta etrafındaki kadınlara patronluk taslayan, canı istediğinde gönülleri fetheden istemediğinde dünyayı dar eden, mizojinist, güç meraklısı, gösterişli, kibirli, narsist ve pek tabii heteroseksüel bir erkek geliyor insanın gözü önüne.
Festival Direktörü Thierry Frémaux’yu, Debussy koridorlarını sinirli bir şekilde arşınlarken gördüğümde aklımdan bunlar geçiyordu. Ama kendisine ne açılış filminin çapsızlığını ne de festivaldeki kadın yönetmenlerin göstermelik varlığının kimseyi kandıramadığını haykırabilirdim. Hızla uzaklaşmasını seyretmekle yetindim.
Festival başlayalı iki gün oldu, ama bu beyefendi şimdiden Johnny Depp’e sektöre dönüş bileti verdi; reşit olmamış oyuncuların denetimsiz bir şekilde rol aldığı cinsel içerikli sahneler ve sette yönetmen Catherine Corsini’nin ekibe eziyet ettiği iddiaları sebebiyle tartışmalı bir yere oturan Le Retour’u aklayarak ana yarışmaya dahil etti; Fransız film sektörünü cinsel şiddeti görmezden gelmekle suçlayan ve Cannes’ın da bu suçun bir parçası olduğunu söyleyen oyuncu Adèle Haenel’e “Festivale geldiğinde böyle demiyordun ama” seviyesinde bir üslupla cevap verdi ve soruyu soran gazeteciye “Buna inansaydınız herhâlde siz de burada olmaz, tecavüzcülerin festivaline akredite olup basın gösterimlerinden yakınmazdınız” dedi. Frémaux’nun gerçekte Türk sağcısı olup olmadığı acilen araştırılmalı.
Sadece bu da değil, biraz da iki Altın Palmiyeli Jüri Başkanı Ruben Östlund için koparılan tantanaya söylenelim. Açılış töreninde gösterilen, kariyerinden parçalar içeren özel klibin ardından bir rock yıldızı edasıyla sahneye çıkıp hep birlikte film izleme deneyimi üzerine dünyanın en yüzeysel konuşmasını yapan Östlund’da, tüm marifetlerini sergilerken sürekli pohpohlanmak isteyen, ailenin şımarık erkek çocuğu havası var maalesef. Jürinin diğer bazı üyelerine güvenimiz tam, ama ana yarışmada Östlund’a denk gelmenin kimin şansı veya şanssızlığı olacağı merak konusu.
Festivalin açılış filmi seçiminin de birden fazla amaca hizmet ettiği gözlerden kaçmadı. Hem seçkideki kadın yönetmen açığı göstermelik olarak kapansın hem Fransız sineması öne çıksın hem kadın karakterlerine erkek gözüyle bakan bir kadın yönetmen tercih edilsin hem de kural koyucu ve kural yıkıcı olmakla övünen festivale aradığı spekülasyon ve gövde gösterisi desteğini sunan Johnny Depp gibi bir aktör başrole yerleşsin.
Filme gelince; Maïwenn yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı Jeanne du Barry’de film boyunca kuğu gibi göründüğünü hayal ediyor, dayanılmaz güzelliğini kendi kendine öve öve bitiremiyor, bunu yaparken de karakteri dışındaki tüm kadınları tek boyutlu, daracık alanlara sıkıştırıyor, hesapta Kral’a duyulan aşkı anlatacakken kendini monarşiye ağıt yakarken buluyor. Kariyerinde ilk kez Fransızca oynayan Johnny Depp’in filme özel bir katkısı olmadığı gibi, ikili arasındaki dillere destan aşkın kırıntısını bile hissetmek çok zor. Sinemanın fahişe karakterleri hırpaladığını düşünen ve bu konuda haksız da olmayan Maïwenn, Jeanne du Barry’i etrafındaki herkesten farklı kılmak isterken kendi büyüsüne fazlaca kapılmış gibi görünüyor. Yazan, yöneten ve başrolde oynayan bir sinemacı olarak, kendisini bu konuda uyaracak kimse kalmamış geride. Bir tür tek kadın hükümeti.
Monster: Yenilikçi ve heyecan verici
Bu tatsız hislerle ilk günü yolcularken, bir sonraki gün ana yarışmanın ilk filmiyle nihayet yüzümüz güldü diyebiliriz. Hirokazu Kore-eda’nın Monster’ında, gizemini ustalıkla koruyarak üç farklı açıdan anlatılan bir hikâyenin birçok türle ve ihtimalle dans ettiğine tanık olduk. Kore-eda, Cannes’a defalarca konuk olmuş bir yönetmen ama ilk kez festivale bizzat yazmadığı bir filmle katılıyor. Monster’ın senaristi Yuji Sakamoto ile birbirlerini övmeye doyamıyorlar. Bu vesileyle doyurucu yönetmen-senarist işbirliklerine bir yenisi ekleniyor. Seyirciyi sürekli ayrıntıları takip etmeye teşvik eden, izlerken bir yandan da baştan sona olan biteni tekrar tekrar akıldan geçirten, senaryo iskeletiyle Rashomon benzetmeleri alsa da neyse ki ondan çok daha farklı bir noktaya sürüklenen film; yenilikçi, heyecan verici ve sinema duygusuyla dopdolu. Daha da iyisi, Kore-eda’nın aile takıntısı güzelce törpülenip anlamlı bir alt metne malzeme olduğu için yönetmenin kariyerinde önemli bir durak olarak anılacaktır.
Kimlik, aidiyet, ırkçılık üzerinden ötekileşme
Tam Monster’la moraller yerine gelmişken, ana yarışmanın ikinci filmi Le Retour ile yeniden vasat sulara çekiliyoruz. Catherine Corsini’nin yukarıda anlatılan sebeplerden hayli tartışmalı olan filmi, sadece bu tartışmayla akıllarda kalacak gibi görünüyor. Sıradan bir aile dramından fazlası olduğuna seyirciyi ikna etmeye çalışan ama kimlik, aidiyet, ırkçılık üzerinden ötekileşme, genç kız cinselliği gibi konulara yeni bir açılım getiremeyen Le Retour, seçkideki Fransız sineması temsiline olumlu bir katkı sağlayamıyor. Hikâyedeki itici gücün eksikliği filmin kimyasına yapışıp kalıyor. Tüm karakterlerin gereken dersleri alıp olgunlaştığı sıradan büyüme öykülerinden biri olarak ana yarışmada ne işi olduğu uzun uzun sorgulanmalı.