ONUR ÖNCÜ
Doç. Dr. Fikret Başkaya ‘Paradigmanın İflası‘ kitabında, “Aydını olmayan toplum yoktur” der. Türkiye gibi baskıcı ve otoriter ülkelerde ise hiç olmadığı kadar aydına ihtiyaç var. Ancak Türk toplumumun bu ihtiyacı günümüz politik atmosferinde pek karşılanmıyor (!) Aydın hem çok hem yok.
Ne demek istiyorum?
Televizyon ekranlarına baktığınızda yurttaşın çıkarına gibi gözüken ancak yurttaşa hiçbir faydası olmayan, hemen hemen her konuda uzmanlığı olan kişi/kişiler var. Bu anlamda Türkiye’nin aydını çok. Ama gerçek anlamda ise yok. Aydın demek ‘muhalif‘ demek. Aydın aynı zamanda toplumun çıkarını düşünen, sorgulayan, gerektiğinde ‘cesaret hakkını‘ kullanarak eyleme geçendir.
Bugün Türkiye’nin en büyük sorunları olarak ekonomik kriz, derinleşen yoksulluk, siyasi yozlaşma, mafyanın hem siyasette hem de alanda olmasını sıralayabiliriz. Bu temel konularda bile topluma yön verebilecek, bunların yüksek sesle söyleyebilecek ‘aydın‘ sorunu var.
Bu hafta Diken’de Türkiye’nin aydın ve entelektüel sorununu merceğe alıyoruz. Çeşitli kitaplarda makaleleri yayınlanan ve son olarak ‘Marksizm ve Siyaset‘ (Yordam Yayınları) kitabını yazan Can Soyer sorularımızı yanıtladı.
Türkiye’de aydın var mı?
Elbette var, geçmişte de oldu şimdi de var. Fakat aydınların var olması tek başına yeterli olmuyor. Aydınların aynı zamanda etkili olabilmesi, toplumla bağ kurabilmesi, kendi tutumunu topluma sunup kabul ettirebilmesi gerekiyor. Bu açılardan bakıldığında, son yıllarda ciddileşen bir ‘aydın sorunu‘ndan söz edilebilir. Bu konu hakkındaki tartışmalarda ‘aydın sorunu‘ ifadesi birkaç farklı anlamda kullanılıyor. Bazen aydınların yokluğu ima ediliyor, bazen onun etkisizliği, bazen de aydının üzerine düşen misyonu yerine getirmemesi kast ediliyor.
Sizce hangisi?
Dönemden döneme değişiyor ama içinde yaşadığımız son 15-20 yılı alırsak esas sorun bence aydının topluma etkide bulunma kapasitesinin aşınması ya da aşındırılması. Yoksa Türkiye’de tabii ki birçok konuda derin düşünsel faaliyeti olan, entelektüel üretimi olan çok insan var. Fakat alışık olduğumuz ya da beklenti içinde olduğumuz anlamda topluma seslenebilme, toplumda yankı yaratabilme, hatta toplum içinde bir kriz baş gösterdiğinde sergilediği tutumla yol gösterecek girdilerde bulunma konusunda sıkıntılar yaşandığını düşünüyorum. Aydın, ne kadar derinlikli ve nitelikli üretimde bulunursa bulunsun, bu toplumla buluşmuyorsa ortada ciddi bir sorunun var olduğu söylenmeli.
Bu etkisizliğin temel sebebi iktidarın baskı politikaları mı?
İktidarların topluma ve özel olarak da aydınlara yönelttiği fiziki ve simgesel şiddetin küçümsenir yanı yok. Bunların mutlaka etkisi var. Ama yine de sorunu bununla sınırlı biçimde tanımlamakta hepimizi rahatlatan bir konforun da bulunduğunu düşünüyorum. İktidar o kadar baskıcı, o kadar şiddet uyguluyor ki aydınlar da sesini çıkaramıyor diye düşünmek istiyoruz. Dediğim gibi, iktidar şiddetinin bunda bir payı olmadığını iddia edecek değilim. Fakat tarihe baktığınızda çok büyük aydınların, tarihin hep en kötü zamanlarında o misyonu sürdürdüğünü görüyoruz.
Mesela Dreyfus olayı..
Evet. Örneğin Belinski gibi, Herzen gibi, Çernişevski gibi birçok aydın, çarlığa karşı aydın misyonunu sürdürüyordu. Hakeza Avrupa’da faşizm döneminde bazı aydınların sergilediği tutum hala hafızalarda. O dönemler de hiç kolay dönemler değildi. Ama aydınlar bir şekilde misyonunu üstlendi. Tabii ki bedel ödediler. Zaten aydın olmanın getirilerinden birisi de o, mutlaka bir bedel ödetiliyor. Dolayısıyla iktidarın şiddeti bir şeyleri açıklıyor ama her şeyi açıklamıyor.
Bence Türkiye’nin aydını hem çok hem de az. Neden peki? Şimdi televizyonlara baktığımızda, her konuda uzmanlaşmış insanlar var. Ama toplumun gerçek sorunları dışında her şeyi konuşuyorlar… İktidar da kendi aydınını yarattı. İktidarın da buna çok ihtiyacı var mıydı?
Var tabii ki. Her sınıfın, her iktidarın kendi aydınına ihtiyacı olur, onu da yaratır. Fakat burada şu nüansı gözden kaçırmamalıyız. İktidarın aydını mutlaka iktidarın söylediklerini bire bir tekrar eden kişi olmak zorunda değil. İktidarın yarattığı toplumsal iklim içinde yetişen ve iktidarın sözcüsü olmasa, hatta muhalif görünse bile iktidarın işine yarayan bir aydın tipinden de bahsedebiliriz.
Nasıl mesela?
Mesela kendi seçkinci anlayışını entelektüellik diye pazarlamaya çalışan, toplumun gerçek sorunları yerine kendi sınıf dünyasının sorunlarını konuşmaya çalışan bir aydın tipi de pekâlâ iktidarın işine gelebilir. O yüzden her zaman ve mutlaka iktidarın militanı, onun propagandasını yapan kişi olmak zorunda değil aydın. İktidarın rahatsız olmadığı, hatta kullanışlı bulduğu kişi de olabilir bu.
Bu tip ‘aydın’ profilinden çok var…
Genelde bunlardan çokça olur zaten. Ve baktığımızda bu kategorideki kişilerin çoğunun öyle çok da yeterli düzeyde entelektüel derinliğe sahip olmadığını da görürüz. Bunlar belli konularda malumatları olan, biraz da konuşmayı seven, konuşurken kendisini dinletebilen insanlardan çıkar genellikle. Türkiye’de bunlardan çok var. Haber programlarını, televizyon şovlarını izlediğimizde, köşe yazılarını okuduğumuzda gördüğümüz şey bu.
Burada aydının tanımı devreye girer. Aydını nasıl tanımlayacağımız sorusu önemli…
Entelektüel ile aydın da karıştırılıyor değil mi?
Aslında burada dille ilgili bir karışıklık da var. Batı dillerinde entelektüel, aydını da karşılayan bir ifade ama bizim dilimizde farklı anlamlar kazanmış süreç içinde. O yüzden, etimolojik açıdan çok doğru olmasa da toplumsal açıdan böyle yerleşmiş olduğu için aydın ve entelektüel arasında bir ayrım yapabiliriz. Örneğin, kendi uzmanlık alanında çok önemli birikime sahip bir biliminsanı ya da çok başarılı bir gazeteci ya da çok yetkin bir sanatçı entelektüel bir insan sayılabilir tabii. Ama bu aynı zamanda onun bir aydın da olduğu anlamına gelmiyor. Demek ki aydın olmak için yüksek düzeyde bir birikimden biraz daha fazlasına ihtiyaç var. Ben o yüzden aydını bir kişilik olarak değil, bir toplumsal tip olarak tarif etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal ilişkilerin içine yerleşmiş, ancak ait olduğu toplumsal ilişkiler içerisindeki misyonu ve işleviyle tanımlanabilecek bir tip. O tipin de belli özellikleri var, belli nitelikleri, işlevleri kendisinde taşıyan kişiye entelektüel olmanın ötesinde aydın denebilir.
Onlar nedir?
Bence aydını tanımlayan şey esasen şu: Kendi öznel vizyonunun genişliğiyle kendisini kuşatan nesnel dünyanın sınırlılığı arasındaki çelişkiyi bilince çıkarmış ve bu çelişkinin çözümünü temsil eden bir tutumla kendini özdeşleştirmiş olmak. Daha anlaşılır olması için şöyle somutlayabilirim. Bugün, en temel düzeyde bile bir aydının mevcut dünyanın durumuna rıza göstermesi ya da bu durumu değişmez kabul etmesi imkansız olur. Aydın, tanımı gereği, içinde bulunduğu durumun ötesine geçmeye çalışan, mevcut durumun değişmesi gerektiğine inanan ve mevcuttan daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu düşünen kişidir. Bu onun öznel vizyonudur. Ancak aydın, sahip olduğu bu öznel vizyon ile gerçek dünya arasında bir çelişki olduğunu daha ilk adımda kavramış ve bunu bilince çıkarmış olmalıdır. Kendi öznel vizyonu insanlığa ne kadar büyük mutluluklar vaat ederse etsin, nesnel dünya o kadar mutsuzlukla doludur. O halde aydının içselleştirdiği çelişkiyi aşması tek bir yolla mümkün olur: Mevcut dünyanın değişmesi. Öznel vizyon ile nesnel dünya arasındaki çatışmanın öznel vizyon lehine sona ereceği bir yeni gerçekliğe erişilmesi.
Bu noktada da aydın tanımının ikinci kısmına gelebiliriz: Aydın, yeni bir gerçekliğin inşa edilmesiyle kendi çelişkisini çözüme kavuşturmak için toplumsal bir harekete bağlanmak zorundadır, çünkü öyle bir dünyayı tek başına aydın değil toplumsal güçler, kolektif eylem yaratabilir. Çağımızda mevcut durumu, nesnel dünyayı bu denli köklü biçimde dönüştürebilecek öznenin sınıflar olduğunu söyleyebilirim. Haliyle, aydının bağlanması gereken hareket de ancak bir sınıfın hareketi olabilir. Aydının bir harekete bağlanması illa örgütsel bir angajmana girmesi ya da kendisini o hareketin militanı haline getirmesi anlamına gelmez. Aydın, o harekete düşünsel açıdan da bağlanabilir, o hareketin anlık yönelimleriyle uyuşmazlık da yaşayabilir; ama öyle ya da böyle bir toplumsal güce dayanmak, çağımızda bir sınıf hareketiyle rabıta kurmak aydın için kaçınılmaz bence.
Solun da aydın meselesinde hem nostaljisi hem de sol/aydın ilişkisini içselleştirememe sorunu var. Sol, aydın meselesini dert etmiyor mu?
Dünyanın her yerinde aydın dendiğinde öncelikle sol aydın akla gelir. Bunun anlaşılır sebepleri de var. En başta geleni yukarıda yapmaya çalıştığım tanımda var: Aydın, dünyanın mevcut durumunu kabullenmeyen, onun değişmesi gerektiğini düşünen biridir. Bu da onu doğal olarak sola yaklaştırır ya da onun solun safları içinden çıkmasını sağlar. Solcu olduğunu söyleyemeyeceğimiz aydınlar vardır elbette, ama genel eğilim aydın ile sol arasında doğal bir ilişki bulunduğu gösterir. Türkiye’de sol çok nitelikli aydınlar üretti. Hatta Türkiye’de aydın ile sol arasındaki ilişki belki de her yerde olduğundan daha bütünleşiktir, çünkü sol dışında nitelikli ve derinlikli bir düşünce geleneği olmadı bu ülkede. Bu özelliğin sürdüğünü, dolayısıyla Türkiye’de bundan sonra da aydınların çok büyük ölçüde sol içinden çıkacağını düşünüyorum.
Ancak Türkiye’de solun yaşadığı siyasal gerileme, kaçınılmaz olarak düşünsel bir gerilemeye de sebep oldu ve hemen ardından hem solun aydın kaynağı daraldı hem de aydınlarla sol arasındaki ilişki zayıfladı. Şu anda Türkiye’de solun kendi tarihinin en düşük entelektüel meraka ve çabaya sahip olduğu dönemden geçtiğimizi sanıyorum. Kuramsal çalışma neredeyse hiç ilgi çekmiyor, entelektüel tartışmalar ya sığ polemiklerden ya da sosyal medya atışmalarından ibaret kalıyor, çözümlemeler ve arayışlar sürekli kendini tekrar eden bir döngü içerisinde. Dolayısıyla böyle bir topraktan çokça ve nitelikli aydın yetişmesi hayli zor. Hatta, özellikle sosyal medya kirliliğini konuşacaksak, aydının oralarda değil oradan uzaklaşarak kendisini yaratabileceğini söylemek gerekir belki. Sonuç olarak, kendisi kuraklaşan bir sol aydın da üretemiyor ve aydın üretemedikçe de nostaljiye daha fazla kapılıyor. Yine de bunun geçici olduğunu, Türkiye’de solun güçlenme olanakları bulunması gibi yeni aydın kuşaklarının da yetişmesi olanağı olduğunu söyleyeceğim, yani ben hala umutluyum.
Solun alanı daraldıkça aydınların alanı da daralıyor
Geçmiş dönemde de çok baskı vardı. 1960’lı ve 70’li yıllarda aydınlar daha cesaretli davranabiliyordu. Mesela Deniz Gezmiş’lerin idamını engellemek için aydınlar sokağa çıkmıştı…
Bizim yaşadığımız dönemde de çok cesur çıkışlar yapıldı. Bunun en yakın örneği barış imzacısı akademisyenlerdi. O günlerde barış istemek de bir bildiriye imza atmak da az buz cesaret gerektirmiyordu ve binlerce hocamız, arkadaşımız tereddüt etmeden imzalarını attılar. Çok ağır bir bedel ödetildi, hala ödetiliyor ama toplumsal haysiyet aydınların ödemeye gönüllü oldukları bu bedellerle birikiyor biraz da.
Ama şu an bir Yaşar Kemal ya da Vedat Türkali yok. Tam eksikliğimiz bu bence.
Belki de vardır, belki de o gözle bakıldığında fark edilecektir. Aklımıza hep tarihten tanık olduğumuz büyük aydınlarımız geliyor elbette ama kıyaslamanın tanınırlığa endeksli olmaması gerekir. Evet, birisi belki Yaşar Kemal kadar tanınmıyor olabilir ama bu onun aydın olmadığı anlamına gelmez. Yine de örnek verdiğiniz isimler ölçüsünde toplumsallaşmış aydınlarımız olduğunu şu an için ben de söyleyemem, bu hem bir eksiklik hem de üzücü. Ama bu eksiklik sadece aydınların sorumluluğu olarak görülemez; çünkü o yılların solu, ülkenin tüm mahallelerinde, iş yerlerinde, kampüslerinde sesini duyuran solu da yok. Solun alanı daraldıkça aydınların alanı da daralıyor; sol ne kadar az destek alıyorsa aydınları da o kadar az tanınıyor. Sol güçlü değilse aydın da etkili olamıyor, bunu görüyoruz. Bunları bir yere fatura kesmek için söylemiyorum, sadece bu tür konularda daha birleşik bir analize ihtiyacımız olduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Tabii, iktidarın şiddetinin ve yarattığı kültürel iklimin de bunda payı olduğunu söylemek zorundayız.
Bir mühendislik var o zaman?
İktidar cephesi açısından bakarsak elbette var, hem de ciddi bir mühendislik. Türkiye’de yıllar içinde giderek artan biçimde bilime, bilgiye, eğitime, öğrenmeye yönelik bir küçümseme inşa edildi; bunun paralel bir sonucu olarak da eğitimli, bilgili, okuyan, yazan, düşünen insanları da hakir görmek moda oldu. Ülkenin başı “Ben ekonomistim” diye böbürlenince, haliyle herkes bilimin bu denli kolay edinilebilir olduğunu düşünecekti. Ya da “Eskiden doktora bir şey diyemiyorduk, şimdi dövebiliyoruz” diyen vatandaş bu özgüveni ve küstahlığı iktidarın dilinden ve üslubundan devşiriyor zaten. O yüzden ben iktidar sözcülerinin tavır ve dillerinin böylesi bir kültürün yeşermesini pekiştirmek ve güçlendirmek için kullanıldığı kanaatindeyim.
Bu aslında, iktidarın aydınları itibarsızlaştırmak, toplumun gözünde sahip olduğu saygınlığı aşındırmak, haliyle aydınların uyarı ve eleştirilerini etkisizleştirmek için başvurulan yollardan biriydi. Önemli ölçüde başarılı da oldu. Aydın olmak, tuzu kuru, keyfi yerinde, sosyete olmak olarak çerçevelendi; halk türlü sorunlarla ve belalarla mücadele ederken yalısında, villasında eğlenen monşerler şeklinde tasvir edildi. Bir tür aydın düşmanlığı adım adım inşa edildi ve benimsetildi. Üzücü olan, iktidarın kendi çıkarları için tesis ettiği bu dilin zaman zaman muhalifleri de cazibesi altına alması. Başka akımlar bir yana ama aydın düşmanlığının en ufak zerresi bile sola silinmez bir leke sürer. Aydına düşmanlık iktidarın dilidir, solun olamaz.
İktidar bunu iyi bir şekilde kullandı o zaman?
Tabii. İktidar böyle bir iklim yaratırken aynı zamanda ihtiyaç duyduğu aydın tipini de öne çıkarır. Onun ihtiyaç duyduğu aydın tipi neydi? Halkı hakir gören, halka cahil diyen, halkı aşağılayan bir aydın tipi görmek istiyordu ki, kendisini tam tersine konumlayıp ahlaki bir üstünlük kurabilsin. Bu tipte eğitimli insan bulmak ve bunları ‘aydın’ diye sahneye çıkarmak en kolay iş. Bizler de bu insanları her gün televizyonlarda, sosyal medyada izliyoruz.
Güncel bir konuya geçmek istiyorum. Mesela Kürt meselesinin demokratik yollarla çözülmesi meselesi… Sonuçta bu iki tarafın masaya oturmasıyla olmuyor. Meseleyi yurttaşa anlatmak da lazım… Ama bir yandan da Kürt meselesinin demokratik yollardan çözmek demek, aynı zamanda resmî ideolojiye de karşı olmak demek… Bu mesele özünde aydınlara ne gibi görevler düşüyor?
Aydınlara sadece bu tür süreçlerde değil her an, her ülkede ve dönemde barış istemek, barış fikrinin halk içinde güçlenmesi için çaba harcamak görevi düşer. Bu tartışma konusu bile edilemeyecek nitelikte bir görev. Sizin bahsettiğiniz türdeki çözüm süreçlerinde de aydının öncelikli misyonu bu olmalıdır: Barışı kazanmak için mücadele etmek, barışı zedeleyebilecek ya da geciktirebilecek her girişimin karşısında durmak, halkın içinde barış fikrinin ve umudunun güçlenmesi için gayret etmek. Elbette, bu tür süreçlerde siyasal aktörler masaya oturur, detaylı birçok başlık arasında müzakere eder, zaman zaman gerilim artar zaman zaman uzlaşmalar olur. Ancak aydının siyasal öznelerin arasında süregiden sürecin teknik ve pratik süreçlerini sırtlanmasını beklemiyorum ben. Aydının barış fikrini savunma ve güçlendirme görevi, bu pratik konulardan bağımsız olarak süreklilik ve kararlılık taşımalı.
Son olarak çözüm nedir? Bu hegemonya nasıl kırılır?
Türkiye’de birçok başka başlıkta olduğu gibi, iktidarın yarattığı bu yozlaşmış kültürel iklimin ve ondan beslenen hegemonyanın kırılabilmesi salt aydınların çabalarıyla olabilecek bir şey değil. Mevcut durumu ve dengeleri radikal biçimde değiştirebileceğine inandığım şey, güçlü bir halk hareketi. Emekçi karakteri baskın bir halk hareketinin filizlenip ortaya çıkmadığı koşullarda aydınların, hatta siyasal öznelerin yapabileceklerinin sınırı var. Dahası, söz ettiğim türden bir halk hareketi, aydınların etkinliğinin artmasını da sağlayacak şey zaten. Bu yüzden güncel durumda aydın misyonu önce böylesi bir halk hareketinin oluşmasına katkı koymalı diye düşünüyorum. İktidarın kültürel hegemonyasıyla teke tek bir savaş yürütmekten ziyade, o hegemonyayı gerçekten dağıtabilecek olan halk hareketinin yaratılmasına katkı koymak. Bu başarılabildiğinde, birçok sorun gibi, aydın sorununun da bambaşka bir zeminde ve yepyeni imkanlarla tartışılabileceğini sanıyorum.