
M. MURAT KUBİLAY
mmkubilay@gmail.com
Merkez Bankası’nın kanunu açık; ana hedefi fiyat istikrarı, yani enflasyon. Ne var ki bu uzun yıllardır uygulanmıyor. Bu ifadenin sağlaması çok kolay, son sekiz yıldır yüzde 5 olarak belirlenen ve bağlayıcılığı bulunan enflasyon hedefi hiçbir yıl tutturulamadı. Fakat hukukun zayıflamasından ötürü, bu dönemde görev yapan hiçbir Para Politikası Kurulu (PPK) üyesi sorumlu tutulmadı.
Fiiliyatta büyümeyi destekleyici politikalar uygulandı. İlk bakışta kulağa hoş gelen bu politikaların sonucu hormonlu büyüme oldu. Haliyle dış denge bozuldu ve büyümeye rağmen istihdam yaratılamadı. Literatürde yer alan ‘yoksullaştıran büyüme’ durumunun acı ama gerçek bir hali yaşandı.
Bu politikanın duvara her toslayacağı noktada, son anda finansal istikrar göz önünde tutularak makul politikalarda karar kılındı. Yani reel sektörün domino etkisiyle iflası, batıkların bankalara yığılması, devletin iç borçlanmayı fahiş faiz oranlarıyla gerçekleştirmesi ve yurt dışı borçların döndürülmesinde zorluk yaşanması olmadan süreç toparlandı. AKP iktidarının önünü açan Kasım 2000 ile Şubat 2001 arasındaki sarsıntılı döneme dönüşmeden Ağustos 2018 ve Kasım 2020’deki krizler yatıştırıldı. Gecikmeli uygulanan politikaların sonucuysa 128 milyar doların hebası ve ekonomi yönetiminin itibar kaybı oldu.
Ancak bu sefer durum çeşitli açılardan farklı. Küresel emtia ve enerji piyasalarında Türkiye aleyhine gelişen yüksek fiyatlar bulunuyor. Pandemi nedeniyle parasal genişleme uygulayan gelişmiş ülke merkez bankalarının yavaş da olsa sıkılaştırma dönemi başladı. Türkiye lehine tek olumlu durumsa küresel likiditenin hala açık ara rekor düzeyde olması.
Şu anda içinde bulunduğumuz durumun öncekilerden asıl farkı, ekonomi yönetiminin duyarsızlığı veya en azından böyle davranıyor olması. Yani bir şekilde dolar kurunu durdurmaya çalışan veya bunun durdurulması gerektiğine vurgu yapan ya da en azından bu durumdan memnuniyetsizlik yaşandığını belirten bir açıklama yok. Dolar kurunun 13 TL’yi geçmesinin ardından MB’nin yaptığı açıklama, bankanın rahatsız olmadığını, serbest piyasada belirlenmiş kurun yarattığı yüksek oynaklıkta, birey ve kurumların dikkatli olması gerektiğinden ibaret. Yani MB enflasyon üzerinde önemli bir etkisi olan dolar kurunun kontrolünden çıkmasından rahatsız olduğunu belirtmediği gibi bu konuda bir sorumluluğu olmadığını da beyan etti.
Önceki haftalarda uygulanan düşük faiz-yüksek kur politikasının temelinde muhtemelen dış ticarette rekabet gücünün artırılması vardı. Fakat varılan noktada bu kur seviyesi iç piyasada istikrarın bozulmasına neden oldu.
Ticarette fiyatlamalar anlık değişiyor, stok yönetimi yapılamıyor ve geleceğe ilişkin yatırımlar belirsizlik altında kalıyor. Ekonomi yönetiminin kendisine ve iktidar partisine de zararı olan bu politikanın rekabetçi kurla açıklanamayacağını ve MB’nin ödünçler hariç net döviz rezervlerinin eksi 35 milyar dolarda olmasından ötürü satışla sakinleştirilemeyeceğini de söylemek lazım.
Bu durum başka kaynaklardan gelebilecek dövizleri akla getiriyor. Bir tarafta suç unsuruyla elde edilmiş ve varlık barışlarıyla temizlenmiş paralar, diğer tarafta BAE ve benzeri ülkelerle yapılmaya çalışılan yatırım anlaşmaları…
Türkiye ekonomisi hem büyüklüğü hem de çeşitliliği itibariyle tek bir kaynaktan yapılacak yatırımlarla rayına sokulabilecek bir yapıda değil. Dahası bir yıldan kısa vadeli dış borç 168 milyar dolar. Pandeminin geride bırakılmasıyla hayali kurulan turizm gelirlerinin yağmasına daha çok var. Döviz kurunun yüksek seyri sonucu, kısılacak ithalata kıyasla yüksek kalması beklenen ihracatın patlaması zaman alacak. Çünkü üretim de ithalata dayalı ve küresel emtia ve enerji fiyatlarında kalıcı düşüş gerçekleşmeden çok zor.
Hal böyleyken, bir taraftan her şeyin kontrolü altında olduğu izlenimi veren ancak hem piyasa faizlerinin hem de piyasa kurlarının ipini kaçırmış ekonomi yönetiminin desteksiz kendine güvenini yorumlamak zor. Üstelik şu ana kadar yaptıkları, yüksek faiz verdikleri 2011 öncesi dönem ve döviz rezervlerini önce açıktan sonra örtülü sattıkları 2011 sonrası dönemle uyuşmuyor. Bir şeyler denediklerini düşünüyorlar, o denemenin ne olduğunu paylaşmıyorlar. Bu esrarengiz denemenin sınanmasının bedelini vatandaş ve özel sektör ödüyor.
Peki, nereye kadar?
Önceki dönemlerde olağanüstü faiz artırımlarıyla sakinleştirilen piyasada faiz indirimlerinin durdurulacağının ilanı bile bir nebze yatıştırıcı olabilir. Fakat her şeye kadir bir görüntü çizen ekonomi yönetiminin şu ana kadar yaşananlardan ötürü hissettiği bir rahatsızlık dahi yok. Haliyle geriye siyasi dönüşümün hızlanması kalıyor. Türkiye’yi erken seçim yoluna sokabilecek olaylar silsilesi etkili olabilir. Ancak mevcut parlamento aritmetiği buna izin vermiyor ve bu sürecin önünü açabilecek AKP ve MHP milletvekillerinde bir tutum değişikliği gözlemlenmiyor.
Haliyle bozulmayı yavaşlatan tek gerekçe, ‘Daha kötüsü olamaz’ iyimserliği oluyor, ta ki durumun sürdürülemeyeceğini ortaya koyacak bir toplumsal tepki veya iş dünyası reaksiyonu görülene, neticesinde siyasi değişimin önü tümden açılana kadar.