
BEHZAT ŞAHİN
@behzatsahin7
Meyhâne mukassî görünür taşradan amma
Bir başka ferah, başka letâfet var içinde Nedim
Tarihi Yarımada, en sevdiğim yürüyüş güzergâhlarından. Özellikle Sultanahmet’ten Marmara Denizi tarafına geçip Küçük Ayasofya ile Langa arasındaki bölüm, tam bir Birleşmiş Milletler geçidi. Her renkten insanın bir arada yaşadığı, her türlü gıda ve ihtiyaç maddesinin satıldığı bakkallar, çoğu eski Sovyet ülkelerinin mutfaklarına göre yemek servis eden lokantalar, bütün bu ülkelere doğrudan kargo taşıyan ambarlar, yine bu ülkelere yolcu taşıyan otobüslerin biletini satan firmalar…
Merkez Restaurant, tam bu hengâmenin ortasında, Katipkasım Mahallesi, İmrahorhamamı Sokak’ta, eski bir meyhane. Uzun yürüyüş rotamın arasında soğuk bira içerek soluklandığım bir yer. Genellikle öğleden sonraları şöyle bir uğrarım. Çoğu birayı tercih eden müşterileri de çevresi gibi rengârenk. Etrafı seyretmekle bile gün geçer burada.

Bu kez akşam rakısı için daha hava kararmadan düşürdüm yolumu.
Trafiğe kapalı yan sokağındaki asma altında ve önündeki kaldırımda da masaları var. İki masa (belli ki Laleli esnafı) rakı sofrası kurmuş, çoğu bira içen ve yine çoğu tek başına insanlar diğer masalara dağılmış.
İçeride oturmayı tercih ediyorum. Birleştirilmiş dört kişilik iki masada tek başına bira içen beyefendinin masasına oturtuyorlar. Diğer köşede iki hanımefendi (muhtemelen Kafkas ya da Türki cumhuriyetlerden) görüntülü telefon görüşmesi yapıyor. Başka bir masada tiril tiril beyaz gömleği, siyah kumaş pantolonunun altına beyaz çorapla giydiği siyah rugan ayakkabılarıyla -muhtemelen İranlı- başka bir beyefendi de kulaklığı takılı halde bir yandan telefon görüşmesi yapıyor, bir yandan da etrafına ilgisiz birasını yudumluyor. Televizyonda TRT Müzik kanalı açık, Ahmet Özhan söylüyor.

Bir 35’lik söyleyip meze seçmek için dolabın başına gidiyorum. Seçilecek pek meze yok. Fava, şakşuka, haydari ve Rus salatası. Pardon, Amerikan salatası. Varlığını bile unutmuşum.

Yeri gelmişken, Rus salatasının bir gecede Amerikan salatasına dönüşmesinin hikayesi de ilginç. Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların açtığı restoranlarda servis edilmeye başlanan salata, bundan dolayı Türkiye’de ‘Rus salatası‘ olarak anılmaya başlar. Asıl adı salatayı icat eden Belçika asıllı Rus şef Lucien Olivier’e atfen ‘Olivye salatası‘dır ama Amerikan savaş gemisi Missouri’nin, 1946’daki İstanbul ziyaretinin ardından bir gecede Amerikan salatası oluverir. Bu değişimin nasıl olduğunu, o zamanlar Galatasaray Lisesi öğrencisi araştırmacı yazar Orhan Karaveli, 1994’te Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk’a yazdığı mektupta anlatır:
“…Evet, küstah Ruslara ‘el gemisiyle’ gözdağı verilirken, yorgun ve abazan Coni’leri rahatlatmak için de İstanbul bir güzel süslenmiş, allanıp pullanmıştı. Tatil günleri, okula dönüşten önce biz yatılıların ayaküstü bir şeyler atıştırdığımız, Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki ünlü Levent büfesi tam o sırada bombasını patlattı. Kocaman kocaman yazılıp büfe girişindeki camlara yapıştırılan ‘Rus salatası 25 kuruş’, ‘Sahanda çift yumurta 35 kuruş’, ‘Ayran 10 kuruş’ gibi yazılar bir gecede sökülüp yerlerine cafcaflı bir pano asıldı: Amerik salat 35 kuruş’.
Büfeyi işleten Rum baba oğuldan kasadaki yaşlı Niko Efendiye o gün ‘Hayrola çorbacı, Amerik Salat da neyin nesi’ diye sorduğumda, güngörmüş Niko Efendi saçsız başını kaşıyarak:
‘Sen daha o gemiyi görmedin mi? Rus salatası artık öldü. Bundan sonra yaşasın ‘Amerik salat!’ diye sırıtmıştı.
O gün, Beyoğlu’nun boyalı dilberleri cıvık bakışlarla Coni’leri tavlamaya çalışırken, çevredeki –istisnasız- bütün birahaneler, büfeler, lokantalar, -aralarında anlaşmışçasına- Niko Efendi’nin Levent’ini taklit ettiler. Kırk yıllık Rus salatası önce İstiklal Caddesinde ‘Amerikan salatası’ oldu çıktı. Sonra da bütün Türkiye’de…”
Hazır mayonez ve malzemelerle yapılan bu salatayı riskli bulduğum için ağzıma sürmem ama ‘göz mezesi’ olarak tabii ki masadaki yerini almalıydı. Dört meze seçip küçük porsiyonlar istiyorum, ordövr tabağı hazırlıyorlar.

İlk yudumun ardından etrafı izleyerek vakit geçiriyorum.
Dördüncü birasını yaklaşık bir paket sigarayla bitiren masa komşum hesap istiyor. Tırnaklarında badana ve harç kalıntıları var. “İnşaatçısınız galiba?” diye lafa giriyorum. Masaya otururken verdiğim selam dışında tek kelime etmemiştik. Sohbete başlayınca bira ikramımı kabul edip oturmaya devam ediyor.

Adı Baki Şölen. 58 yaşında. Bitlis Mutkili, dört çocuk babası. 60 yaşına gelince 3 bin 600 günden emekliliğe hak kazanacakmış, dört gözle bekliyor. İnşaatlarda yevmiyeli çalışıyor. Boya, sıva, seramik, dış cephe ne iş olsa yapıyormuş. İçki içmeyi pek seviyor. Aralıklarla beş kez nereli olduğumu, birkaç kez de ne iş yaptığımı soruyor. Rahatsız etmeyen çakırkeyif hali var. Birası bittikten sonra da müsaade istiyor. Yolu uzun, Güngören’de oturuyormuş. Birbirimizi çaldırıp telefonlarımızı kaydettikten sonra vedalaşıyoruz.
Arkamdaki masada işletmeci olduğu anlaşılan beyefendi, adisyonları tutuyor. Önce buz rica edip sonra da meyhaneci olduğumu söyleyerek lafa giriyorum. Hamza Atalay (56) eski cinayet masası polislerinden (Bir polis stereotipi yok bende ama tahmin yürütmem gerekseydi bilemezdim). Buranın üç ortağından biri.

Meyhane 1955’ten beri hep aynı isimle süregelmiş. Eskiden sulu yemek de çıkarmış, şimdi sadece ızgara çeşitleri var. Hamza’nın tavsiyesiyle Adana sipariş ediyorum. Mezelere pek dokunmadığım için ardından bir de bol sebzeli sac kavurma söylüyorum. Ana yemekler mezelere göre daha başarılı.

Fiyatlar hakkında da fikriniz olsun; 50’lik şişe bira 65, 35’lik altın seri 580, mezelerin porsiyonu 60’ar, Adana 190, sac kavurma 340 lira. Benim hesabım 1215 lira tutuyor.
Genel olarak temiz bir yer. Tuvalette iki kabin ve bir pisuvar var. Seçim gibi zorunlu günler dışında her zaman açık. Servis sabah 10:00’da başlıyor, müşterinin durumuna göre gece 01:00-02:00’a kadar devam ediyor.
Yemeğim bitince “Midenin suyunu alır” diyerek karışık leblebi ikram ediyor Hamza. Artık ahbabız.

Kalkma zamanı. Hesabı ödeyip vedalaşıyorum.
Dışarı çıkınca saate bakıyorum, dört saatten fazla oturmuşum. Zaman ne güzel geçmiş.