BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Bir zamanların pek popüler kavramlarından birisiydi. Klasik güç unsurlarının dışında bir ulusun, uluslararası zemindeki etkinliğini belirleyen, maddi olmayan faktörler, ‘yumuşak güç‘ olarak tanımlanabilir. Bizde de bir 10 yıl kadar önce, hatta belki daha öncesinden, kültürel zenginliğimizin ve tarihimizin doğal sonucu olarak bir yumuşak güç potansiyelinden bahsedilir, bunun üzerine yeni bir dış politika vizyonu kurgulanır oldu. İmparatorluk mirasçısı Türkiye, bölge halklarının kalbinde itibarını yeniden kazanıp, geçmişten bugüne getirip damıttığı değerler marifetiyle maddi olanaklarını çok aşan bir etkiye sahip olabilirdi. Bölgede hakimiyet hayallerinin henüz Suriye iç savaşıyla tarumar olmadığı günlerdi. Kürsülerden Saraybosna’ya, Gazze’ye, Bağdat’a, Şam’a, Halep’e selamlar gönderilirdi. Yumuşak gücün pamuk şekeri gibi dağılıp gidebileceği pek akıllara getirilmezdi.
Lakin gün geldi, ‘yumuşak güç‘ doktrininin altyapısını kurgulayan kişiler, gruplar gözden düşmeye başladılar. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma paniği baş gösterince, yine eski Türkiye’nin sert çocukları görev yerlerine geri döndüler. Bir anda 80’lerin ‘Anadolu’dan görünüm’leri, 90’ların ‘terörle mücadele şahinleri‘ ekranları kaplayıverdiler. Sınırları anlamsız hale getirecek bölgesel girişimler, Türkiye’nin tarihsel misyonuna referans veren açılımlar gerilerde kaldı. ‘Yumuşak güç‘çülerin beceremeyip, eline yüzüne bulaştırdıklarını kas gücüyle halletmek için yeni bir koalisyon kuruldu. Türkiye’nin son 5 senesi sadece içeride sesini çıkaranları sopalamakla geçmedi, aynı zamanda dışarıda da Osmanlı tokadıyla iş yapma pratiğine geçildi.
Bu yeni metotların ne tür sonuçlar getirdiğini sizlerin takdirine bırakmak isterim. Doğu Akdeniz’de Avrupa Birliği ile kafa kafaya geldiğimizde nasıl bir politika değişikliğine gidildiğini, konuyu takip edenler gözlemlemiştir. Keza sene başından beri ABD ile limoni giden ilişkileri yoluna sokmak için ortaya konan çaba da ortada. 24 Nisan’da Biden’ın sözlerinin nasıl cevapsız kaldığını, NATO zirvesine ertelenen hesapların orada da kapatılamadığını gördük. Yani ilk girdiğimiz yol iyi bir yere çıkmadı diye ondan sonra denenenin otomatik olarak hayırlı bir netice getireceği vehmine kapılmamak gerekiyormuş. Hatta şunu da eklemek lazım; Türkiye’nin son bir senedir hem ABD hem de AB karşısında bu derece kötü duruma düşmesine sebep olan politikaları önerenlerin bunların hesabını vermelerinde fayda var. Yumuşak güç politikalarının ne derece etkin olduğu tartışılır ama son 5 seneye damgasını vuran iddialı dış politikamızın nasıl sonuçlar verdiğini bir noktada masaya yatırmak şart oldu.
Yumuşak güç politikalarına geri dönecek olursak, birçok noktada beklentilerin aşırı yükseltildiğini, umut etmekle gerçekleştirmek arasındaki çizginin fazlasıyla aşıldığını kabul edelim. Ancak kaba kuvvet politikalarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’nin bölge halklarının rızasını kazanarak etkinlik kazanma girişiminin sanıldığı kadar boş bir çaba olmadığı kanaatindeyim.
Her şeyden önce Türkiye’nin bölgedeki hedefleri neler olabilir, onları daha gerçekçi bir biçimde tespit etmekte fayda var. Eğer Ankara, Osmanlı’yı yeniden canlandırmak, tüm bölgeye hükmetmek niyetinde idiyse, bunun gerçekleştirilebilir bir hedef olmadığı çok açık. Ne bölgesel aktörler ne de küresel oyuncular içinde bulunduğumuz coğrafyada hâkim bir gücün ortaya çıkmasına kolayca rıza göstermeyeceklerdir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa’daki toprakların kaybı, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde de Ortadoğu’dan geri çekilme sadece devletin zayıflığıyla açıklanabilir bir durum değil, aynı zamanda küresel dengelerin doğal sonucudur. Bu dengeler bugün daha da fazla Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada bir güç temerküzüne imkân tanımayacaktır. Türkiye ekonomik ve askerî açıdan daha güçlü bir ülke olmuş olsaydı da bu sonuç değişmeyecekti.
Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının Batı tarafından kontrolü, İsrail’in güvenliği gibi önemli parametreleri karşılayacak böyle bir dengenin oluşturulması mümkün değildir. Ancak statükocu politikalar da Batı’nın bölgeyi yeniden tanzim etmeyi amaçlayan tasarrufları sebebiyle uygulanamamaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bölgede statükoyu değiştirecek adımlar, Irak’tan Suriye’ye değin atılmaya devam etmektedir. Öyleyse nasıl bir çözüm üretilebilirdi?
Ankara’nın iki karşıt kutup arasında kararsız kalıp, bir uçtan öbür uca savrulması, koşulların dayattığı bir güçlük değil, diplomatik yaratıcılığın kaybolmasının bir sonucu oldu. Oysa sınır aşan bir etkinlik arayışının, sadece maddi güce dayanmayan bir politika kurgusunun kategorik olarak reddedilebilir bir tarafı yoktu. Türkiye enerjisini komşularına, bölgeye hakimiyet kurmak yerine ekonomik ve toplumsal bağları konsolide etmek amacıyla kullanmış olsaydı, böylesine sert bir çatışmaya sürüklenilmeyebilirdi. Tabii bunun ön koşulu Ankara’nın toplumsal barışı tesis edebilmesi, kendi toplumundaki renkleri de ‘sırf terör‘, ‘beka‘ gibi basmakalıp tekrarlar üzerinden okumaktan vazgeçmesini gerektirecekti. İç politikaya hakim olan ‘tek, tekçi’ bakış açısından, ‘Kara Murat dış politikası’ dışında bir şey çıkamazdı zaten. O hikâye de ancak bir Türk filminde mutlu sonla bitebilirdi.
Bugün Türkiye’nin daha önce tutturamadığı daha barışçı, iş birliğine açık diplomasiye dönmesinin kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. Bu, bazılarının sandığı gibi Astana Süreci’ne Esad sosunun eklenmesiyle sağlanmayacak. Daha çok son 5-6 yılda son derece yanlış kararlarla ortadan kaldırılan iç barışın sağlanmasıyla başlayacak. Evet, dış politika yazıyoruz ama Türkiye gibi bir ülkede iç ittifaklar ve içeriye dönük politikalar, dış dünyayla ilişkilerin de temel belirleyeni olmak durumunda. Bölgesel hakimiyeti hedefleyen uçuk siyaset terk edilerek, küresel dengeleri de gözeten gerçekçi, ayakları yere basan bir politika sepeti kurgulanacak. El yumruğu yemediği için kendi yumruğunu değirmen taşı sananlara kulak asılmayacak. Zira bunun sonu, geçen senenin sonundan beri Doğu Akdeniz’de, Suriye’de ve daha geneli itibariyle Batı ile ilişkilerde gözlemlediğimiz bir mahcubiyete gidiyor.
Türkiye’nin ne Ortadoğu’ya ne Balkanlar’a ve hatta ne de Kafkaslar’a tek başına nizam verecek imkanları mevcut değil. Öte yandan Ankara kendi tercihlerinin dikkate alınmasını sağlayacak akıllı politikalar izleyebilir. Yumuşak güç politikaları bu çerçeveden bakıldığında naif, ayakları yere basmayan çabalar değil, bilakis bütünleyen, tamamlayan bir enstrüman olarak görünebilir. İlk aşamadaki fazlasıyla romantikleştirilmiş versiyonun yerine, daha ölçülü bir yumuşak güç politikasının sistematik ve tutarlı biçimde izlenmesinde sakıncalı bir taraf yok.
Türkiye ve bilhassa İstanbul, tüm bölgenin çekim unsuru olmak için ideal bir konuma sahip. Eğer Türk dış politikası bölgeye ekonomik, kültürel, sosyal otoyollar açmak, komşularımızla beraber zenginleşmek üzere kurgulanırsa, bunun uygulanabilirliği pekala mevcut. Sert çocukların yumuşak güç politikalarıyla dalga geçip, sonra kendi politikalarıyla Enver Paşa’dan hallice neticeler elde ettikleri düşünülünce, daha rafine, daha iyi tasarlanmış ama barışçı bir dış politikanın önünün açık olduğunu söyleyebiliriz.