MURAT SEVİNÇ
Bir kez daha laiklik tartışması başladı. Bir üniversite öğrencisinin ailesinden, kaldığı tarikat evindeki uygulamalardan ve gelecek endişesinden kaynaklanan ‘şikâyetlerini’ mektup ve görüntüyle açıklayıp ardından yaşamına son vermesi, tartışmanın ‘tarikat yurtları’ çevresinde sürmesine neden oluyor.
Bana kalırsa bu tartışma hiç bitmemiş, sorunlar malum nedenlerle halının altına süpürülmüştü. Ancak durmuyor, o halının ucu biraz kıvrılsa hemen çıkıveriyor süpürüldüğü yerden, diğer tüm siyasal ve toplumsal sorunlar gibi. Geçen yıl kaleme aldığım, muhtemelen pek az okunan anayasal sorunlar yazı dizisinde konu tarihimizdeki laiklik tartışmasına geldiğinde hatırlatmaya çalışmıştım; bir konunun kavgasının verilmesi, onun tartışılıp anlaşıldığı anlamına gelmez. Türkiye’de laiklik/sekülerliğin, hiçbir zaman olması gerektiği gibi konuşulmadığı, ele alınmadığı kanısındayım. Bu nedenle sanki çözülmüş gibi görünen sorunlar bir anda hortluyor, başka bir bağlamda, başka bir dille, başka niyetlerle.
Her durumda, sükuneti koruyup inatla konuşmanın yararına inanıyorum. “Hiçbir zaman doğru biçimde tartışılmadı,” derken kastımı, en basit ve popüler örnekle tekrar edeyim:
Örneğin Türkiye’de kılık kıyafet özgürlüğü, her zaman ‘bir dinin, bir mezhebinin, bir yorumunun’ benimsediği kıyafetin (türban/başörtüsü) belli başlı kamusal alanlarda (özellikle üniversiteler) kullanılıp kullanılamayacağı sorusuyla ilintili konuşuldu. Oysa bu konuyu ‘dini ve siyasi semboller’ başlığı altında konuşmakla, ‘türban’ başlığı altında konuşmak arasında dağlar kadar fark var ve o dağların ortak adı, demokratik siyasal sistem.
Kılık kıyafet özgürlüğünü yalnızca türbanla ilişkili tartışırsanız, bu durum sizin kılık kıyafet özgürlüğü ya da dini ve siyasi sembolleri tartıştığınız anlamına gelmez. Ne anlama gelir peki? Sizin tek bir dinin, tek bir mezhebinin, tek bir yorumunun bazı gereklerini konuştuğunuz anlamına gelir. Haliyle tartışılan konu, yalnızca bir inancın kamusal yaşamdaki görünürlüğüdür. Ezcümle, diğer inanç ve inançsızlıkların, yok sayılmasıdır.
Her zaman verdiğim örneği yinelersem: Ömrüm boyunca insanların ne giydiğiyle ilgilenmedim, yaklaşımım her zaman Batı demokrasilerinde bu konuların nasıl ele alındığından hareketle kendime bir kerteriz belirlemek oldu. Haliyle, hareket noktam demokratik sistemlerdeki uygulamalardı. Bu nedenle üniversitede ve muhtelif kamu hizmetlerinde türban yasağına karşı çıktım. Bu kareli ceketli bıyıklılar tarafından kamu hizmetinden atılmadan önce üniversitedeki derslerimde de konuyu aynı kapsamda ele alıyordum.
Öğrencinin en çok konuşup tartıştığı, heyecan duyduğu başlıklardan biri hemen her zaman ‘türban’ olurdu. Konu ‘yargı hizmetleri’ ve ‘ilkokul öğretmenliği’ gibi ‘biçimsel yansızlığın’ önemli olduğu mesleklere geldiğinde, öğrenciye hep aynı şeyi söyleyip aynı soruyu yönelttim: İlkokul öğretmeninizin türbanlı olması sizi ve ailenizi rahatsız etmez, güzel, bugün ailenize ve kendinize, eğer ilkokul öğretmenim Musevi inancının sembollerini taşısaydı rahatsız olur muyduk, sorusunu yöneltip üzerine düşünün.
Amacım, bir tartışmaya başlama ve sürdürme yöntemini öğrenmeleriydi. “Ben kılık ve kıyafet özgürlüğünden yanayım,” ifadesindeki o pek afili ‘özgürlük’ sözcüğünün sınırları üzerinde düşünmelerini istiyordum.
Anlatabildiğimi umuyorum; biz hiçbir zaman laiklik tartışması yapmadık, bu nedenle halının altında kalmıyor, kalamıyor, halıyı kaldırıp gerekli temizliği yapmak için ‘samimiyet’ ve ‘göze almak’ gerekiyor, bunlar da bizim siyasete uzak işler.
“Çözülmedi,” derken yanlış anlaşılmak istemem; üniversitede vs. türban sorunu çözüldü kuşkusuz. Mahkemede değil, her toplumsal-siyasal sorun gibi olması gereken yerde, toplum içinde ve siyasetle çözüldü. ‘Çözülmedi’ ile kastım, siyasetin dine ve laiklik ilkesine çekingen yaklaşımından kaynaklanan daha ciddi sorunlar. Türkiye anaakım muhalefeti, ‘idarenin inançlar karşısındaki yansızlığı’ ilkesini savunmaktan dahi çekinir halde.
Hâlihazırdaki idare o yansızlığı terk edip açıkça bir dinin tarafını tutmaya başlayalı çok oldu, muhalefet de oy kaygısıyla temel anayasal ilkeleri sahiplenmekten aciz durumda. Muhafazakâr kesim ile kurulması zorunlu eşitlikçi ilişkinin gerekliliği ile, o kesimin en gerici unsurlarının tepkisinin çekmemek için göze girme çabası bambaşka tercihler; birinin sonu demokrasi, diğerininki değil. Türkiye’de laiklik, farklı saiklerle de olsa, hem iktidar hem muhalefet tarafından gözden çıkarılmış gibi görünüyor. Yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi bulunmadığını bıkıp usanmadan hatırlatmak gerekiyor.
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, birkaç gün önce tarikat yurtlarına ilişkin vahim bir açıklama yaptı.
Babacan ya da diğer siyasetçilerin, aklı başında herhangi bir insanın böyle bir kayba üzülmemesi, dert etmemesi mümkün mü, aksini düşünmek dahi abes olur. Buna mukabil Babacan’ın, tarikat yurtlarının kapatılmasına yönelik talepler ile, birilerinin “AYM kapatılsın” ya da “Partiler kapatılsın” yönündeki taleplerini ‘karşılaştırması’ kabul edilebilir değil. Katılır ya da katılmazsınız, ‘yurtlar kapatılsın’ diyen bunu çoluk çocuğu ve demokrasiyi kurtarmak için söylüyor. ‘AYM kapatılsın’ diyenin hedefi ise bizatihi o demokrasinin kendisi.
Böyle bir karşılaştırma nedensiz değil kuşkusuz. Türkiye’de son kırk yılda hâkim hale getirilmeye çalışılıp büyük ölçüde başarıya ulaşan ‘hukuk’ ve ‘özgürlük’ anlayışının sonucu. Soyut, siyasi ve sosyal ilişkilerden neredeyse yalıtılmış bir muhayyel özgürlük. Klasik liberal demokrasinin, sosyal haklarla birleşmediğinde hiçbir anlam ifade etmeyen, soyutluğu ölçüsünde masalsı hak ve özgürlük demeti.
“Bak Sabancılara da sana da eğitim hakkı tanıdım işçi Mehmet, hadi yine iyisin.” “Madenci Ahmet, senin de Koç ailesinin de sağlıklı bir çevrede yaşam hakkınız var, daha ne istiyorsun.” “Şoför Hüseyin, anayasadaki mülkiyet hakkının kıymetini bil ha, bak sosyalist sistemlerde yok bu hak.” “Temizlikçi Ayşe, bayan Alaton da sen de anayasaya göre eşitsiniz, vallahi ne büyük şans, herkese kısmet olmaz böyle eşitlik.” “Kaportacı Şaban, her yer özel hastane, Ağaoğlu da sen de eşitçe yararlanabilirsin artık bu sağlık hizmetinden, hak gibi hak vallahi.”
Devlet, sosyal görevlerinden çekildiği ölçüde klasik haklar, sözcüklerin kuru dünyasına çekilir ve oradaki varlığı eşitsizliğin derinleşmesi anlamına gelir. Eşitlik öngörmeyen, sosyal siyasetten yoksun her uygulama, hukuk metinlerindeki süslü ve muteber sözcüklerin eşitsizliği görünmez hale getirişine hizmet eder.
Hal böyleyken tarikat yurtlarını kayırmak, onları kollamaya çalışmak, özgürlük idealine değil, insan/yurttaş özgürlüğüne kasteden zihniyetin dallanıp budaklanmasına yol açar, açıyor. Hele ki Türkiye gibi, devlet içinde yuvalanmış cemaatlerin askeri darbeye dahi kalkışabildikleri bir ülkede!
Sokaktaki çocuğa sorsanız, Türkiye’de devletin bile isteye boşalttığı bu alanın vakıf ve dernekler aracılığıyla iş gören tarikatlar tarafından doldurulduğunu söyler. Bir hatadan, kazadan değil, bilinçli bir tercihten, ‘arka bahçe’ yaratama çabasından söz ediyoruz. Şu son felaketin ardından idarenin uygulamalarına, haber yasaklarına, haberdar eden gazetecinin tehdit edilip işine son verilmesine, canhıraş örtbas etme çabasına bakınca, bir ‘özgürlük mücadelesi’ mi görüyor muhalefetimiz hakikaten?
Tarikat adı verilen oluşumlar kapatılamaz, bakkal değiller ki bunlar, tarihsel kökleri ve yüzlerce kolu olan, bir kısmı devletlerden eski örgütlenmeler. Tekke ve türbeler yasayla ne kadar yasaklanabildiyse, yeni yasalar da o kadar yasaklayabilir. Buna mukabil, bunların devletle ilişkisi kontrol edilebilir, kamu kaynaklarından beslenmelerine son verilebilir ve tarikatlar, mensupları için aş-iş-eş bulma garantili birer kartvizit olmaktan çıkarılabilir. Bugün tarikatların, aslında vergilerimizle beslenen ihale firmaları ve devlete kadro temin eden ajanslar konumunda olduğu unutulmamalı.
Yurtları ve evleri denetlemekten söz ediyor ‘özgürlükçü’ siyasetçilerimiz. Allah aşkına, eğer söz konusu olan genç insanların baskı görmeden yetişmesiyse, nasıl denetlenebilir yurt ve evler, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu bilmiyorlar mı, denetimden yangın merdiveni mi anlıyorlar, nedir söylemeye çalıştıkları?
Denetim demişken, geçen yıl bir vakıf üniversitesine YÖK’ten gelen denetçilerin, üniversite yönetimine ilk yönelttikleri sorunun “Mescit var mı?” olduğunu işitmiştim. Denetim gibi denetim, anlayacağınız.
Hepsi bir yana, göz önündeki siyasetçiler içinde çocuğunu bu yurtlara gönderen var mı, olmuş mudur? Bir kişi bile çıkmaz, kuşkunuz olmasın. Eh sizin evladınız değerli de, garibanın işi gücü sizin ucuz siyasi hesaplarınız için çoluk çocuğunu feda etmek mi; bu nasıl bir zihniyet, hiç mi iç sıkıntısı duymaz insan, hayret doğrusu.
İktidar ve muhalefet, her eyleminde bir tercih yapıyor. Her sözünde, her açıklamasında, her adımda, her gördüğünde ve görmezden geldiğinde. Laik-seküler bir demokrasiye mi kavuşacak bu toprağın insanı, yoksa tüm gençlerin gözünün dışarıda olduğu bir toplumsal-dinî-siyasi baskı ortamına mı mahkûm edilecek?
Bir insan tarikat yurtlarından yana olabilir, bir insan dinî hukuktan yana olabilir, bir insan laiklikten ve demokrasiden yana olabilir; ama bir insan aynı anda hepsinden yana olamaz, bu mümkün değil, Türkiye siyasetinde dahi…
Mutlaka seyredin: Ümit Kıvanç’tan Hrant Dink için, “Hafıza Yetersiz.”
Yazı önerisi: Tanıl Bora’dan, “Milli güvenlik sorunu haline gelmiştir” ifadesinin yaygın kullanımına ilişkin güzel bir yazı.