Tartışma daha ziyade, Türkiye’de resmi olarak şeriat rejimi kurulur mu kurulmaz mı eksenine sıkıştırılıyor. Laikliği savunan kimi kesimler, “güvenceyi” Anayasa’daki laiklik prensibinde arıyor. Esas çelişki, laikliğin Anayasa’da olup olmaması olarak görülüyor. Şeriat, ileride geçilebilecek bir rejim, zamanı gelince tuşa basılıp aktif hale getirilecek bir düzenmiş gibi algılanıyor. Laikliğin, Anayasa’da yazdığı sürece yaşamaya devam edeceği, iş bu aşamaya gelmediği müddetçe “büyük hamle”nin yapılmış sayılmayacağı düşünülüyor.
Meseleye dair bir diğer akıl yürütme de toplumun şeriat rejimini isteyip istemediği çerçevesinden yapılıyor. Deniyor ki, Türkiye toplumunda şeriatı isteyenler çoğunlukta değil, halk yüzde 80-90 oranında laik, çağdaş ve demokratik bir ülkede yaşamayı tercih ediyor. Bu nedenle şeriat çağrılarının da gidişatı değiştirebilme kapasitesi yok. Bu yaklaşıma göre şeriata geçiş, çok uzak bir ihtimalden ibaret. Buna ek olarak, Türkiye’deki sosyo-ekonomik yapının da şeriata izin vermeyeceği iddia ediliyor. Türkiye kapitalizminin küresel sisteme olan bağımlılığının, şeriatın serencamını mümkün kılmayacağı savunuluyor.
Bir de çok eskiden beri şeriat konusunda belli protipleri masaya yatırıp değerlendirme yapma alışkanlığı var ki o da sürecin bir parçası… İran olur muyuz, Afganistan’a döner miyiz, Suudi Arabistan’a benzer miyiz diye konuşuluyor. O ülkelerin bize yakınlıkları ya da uzaklıkları üzerinden bir siyasi muhasebeye girişiliyor.