MURAT SEVİNÇ
Önce şunu söylemek isterim. Yazıp çizerken insanın kişisel öyküsünden hareket etmesini doğru bulmuyorum.
Örneğin inanç özgürlüğü üzerine konuşurken, insanların söze kendi kimliklerinden başlamasını yadırgıyorum. Konuşur ve yazarken, o konuşma ve yazı için söylenmesi ‘gerekli olan’la yetinilmeli. Aksi durum biraz lüzumsuzluk ve hatta görgüsüzlük oluyor bana kalırsa. Diyelim bir heteroseksüel, kendi cinsel yönelimini dillendirmeden ‘farklı cinsel yönelimlerin yaşadığı hukuksal ve toplumsal sorunlar’ üzerine konuşamayacak mı? Her neyse; zaman zaman tepki çeken ve abartılı bulunan bu kanının, nihai olarak çok daha sağlıklı/doğru bir anlatma ve diyalog kurma yöntemi olduğu düşüncesindeyim.
Bu girişi neden mi yapıyorum? Çünkü yukarıdaki başlığın ardından yazacaklarımın anlamlı olabilmesi için bu kez bir ‘münasebetsizlik’ yapıp ‘inanca’ dair ‘kişisel’ deneyimimden örnekler vereceğim. İlk kez. Bu, derdimi anlatabilmem için gerekli. Sonrasında belki ‘bizim oralara’, kenar mahalle dindarlığına ve kenar semt insanlarının toplum/siyaset algılarına dair, başkaca deneyimler de paylaşmaya çalışırım. Buna mukabil okuyacağınız yazı, bir kereye mahsus, çok daha kişisel ve aslında kişiselliği ölçüsünde, son derece ‘sıradan’ bir yaşantıya dair.
Bu satırların yazarı, hayli zaman önce İstanbul Fatih semtinin, Hırka i Şerif’inde doğmuş. O güzelim Cami’nin iki sokak yanında. Bir iki yıl sonra taşınmışız. Büyüdüğüm muhit, Eyüp, Rami, Taşlıtarla semtleri. Bunlar, İstanbul’un o tarihteki en dindar/muhafazakâr semtlerindendi. Çocukluğum ve ilk gençliğimde, çevremdeki hemen herkes Sünni dindarlardı.
Alevi komşular vs. var mıydı bilmiyorum. Herhalde vardı da, ben habersizdim. Fatih’te de farklı inanç mensupları bulunurdu tabii. Mesela beni bebekken götürdükleri doktorun adı Dimitri’ymiş. Birlikte yaşıyordu iyi kötü bu insanlar demek ki. Ancak beni yetiştiren insanlar, Sünni dindarlardı. Size belki gülünç gelecek ama ilk kez ortaokuldayken bir arkadaşım, “Bence Allah yok” dediğinde, bir hafta kendime gelemedim. İnanamamıştım. Çevremdeki herkes inançlıydı ve benim için olağan durum buydu. Sonra, büyüdükçe, okudukça ve arkadaşlarım çeşitlendikçe fark etmeye başladım ‘diğerleri’ni’ Ancak o ilk ‘şok’u unutamıyorum.
Hemen her dindar aile çocuğu gibi küçük yaşta Kur’an kursuna gönderildim. Başımda beyaz takke, elimde yeşil muhafazalı Kur’an ile epey havalı olduğumu düşünüyordum. Rahmetli babam önce Yenimahalle’de bir camiye götürdü beni. İlk ya da ikinci günümde ise oradan aldı ve başka camiye yazdırdı. Çünkü ilk camideki hoca garip bir hikâye anlatmıştı. Atatürk’ün mezarındaki ‘mozole’nin gerekçesini. Atatürk’ü gömdüklerini ama toprağın onu kabul etmediğini (!), yerin yedi kat dibine gömdüklerini ve yine olmayınca üzerine mermer koyduklarını söyledi. Çocuktum ama işin içinde bir anormallik olduğunu fark edip babama anlattığımda, babam önce o hocayla konuştu (!) ve kurs değiştirdik. Diğer hoca çok iyi bir adamdı, az çok hatırlıyorum. Bu benim, dindarın yobazı/fanatiğiyle ilk karşılaşmamdı.
Sonraki yıllarda başkaca fantastik hikâyelere de tanık oldum tabii. Örneğin 28 Şubat sürecinde (artık SBF’de asistandım) sekiz yıl zorunlu eğitim kabul edildiğinde bizim muhit esnafında ‘Ortaokullarda Lenin’in kitapları okutulacakmış’ dedikodusu dolaşılıyordu. Şaka değil inanın. Pek de eğitimli olmayan, alt orta sınıf semtlerde neler konuşulabildiğini, varın siz hesap edin artık. Uzatmayayım. Tüm ömrümü, daha doğrusu ömrümün bir yakasını, dindarlar içinde geçirdim. Şimdi klavye başında önüne gelene ‘iman kabadayılığı’ yapan zavallı küfürbaz gençlerin anne babaları henüz tanışmamışken, Kur’an kursunda dirsek çürütüyordum anlayacağınız!
Yıllar içinde son derece ahlaklı, düzgün, namuslu dindarlar tanıdığım gibi, beş para etmez sahtekârları da gördüm. Salt ‘iman’ sahibi olmanın, eğer toplumsal ve ahlaki ilkeler o imana eklenmezse bir insanı ne hallere düşürebileceğine tanık oldum. Bu nedenle de ‘Dindar insan çalmaz çırpmaz’ klişelerini ve Eyüp/Sütlüce/Kasımpaşa semtlerinin tek başına iktidarından ‘demokrasi’ beklentisini, her daim ‘gülünç’ buldum.
Peki, bana anlatılan Allah inancı ve dindar olmak ne anlama geliyordu? Bu yazıda derdim, boyumu posumu aşan işlere girişip öyle din bilgisi ahkâmı kesmek değil kesinlikle. Koskoca bir dinler tarihi, din sosyolojisi, din felsefesi, dinler hukuku vs. var önümüzde. Tarih içinde, koşullara ve inananına göre dönüşüm geçirir inanç sistemleri. İslam’ın da tek bir yorumu olmadığı gibi mezhepler ve hatta aynı mezhebe mensup olanlar arasında da ayrımlar var. Ama konumuz bu değil.
Meselem çok daha basit. Tüm bu tartışma ve literatürden habersiz bir inanç/dindarlık durumu var. Zaman içinde, geleneklerin de kaçınılmaz ve azımsanmayacak katkısıyla oluşmuş bir tür dindarlık. Daha doğrusu dindarlıktan da öte, Allah inancı.
Eyüp’te Cuma namazına gitmek için yarım saatliğine dükkanını kapatan bir yaşlı adam, ne din felsefesi ne hukuku bilir. İnancına dair bildiği çok şey vardır ama çoğu ‘aktarılmıştır.’ O aktarmanın içinde yüzyılların geleneği de (Şaman dönem gibi) bulunur. Örneğin milyonlarca çocuk gibi ben de ‘yedek subay-padişah’ karışımı bir sünnet kıyafetiyle Telli Baba’ya götürüldüğümü hatırlıyorum. Bunun dinle ne ilgisi var?
İşte çok sayıda dindarlık biçiminden biri de sanırım ibadet ile birlikte daha ziyade ahlaki ilkelere vurgu yapılan bir dindarlık. Çocuk yaşta çevrem, namaz kılan, oruç tutan, kurban kesen insanlarla çevriliydi. Rahmetli babamı her sabah kuşluk vakti, soluk sarı bir ışıkta Kur’an okurken hatırlarım. Ramazan’da çevremizdeki işyerlerinde çalışan işçilere iftar yemeği hazırlanırdı evimizde. Yani epey inançlı bir dünya idi ama tanık olduğum inanç, iyi bir şeyler yapmanın değeriyle ölçülüyordu.
Bakın, bir komşumuz çok içki içip hemen her akşam sarhoş narası atardı. Yıllarca sürdü bu durum. Ve o insana bizim mahalleden tek bir kötü söz gelmedi bu zaman zarfında. Bizimkiler de “Olur böyle şeyler, insandır, komşudur” vs. derdi. Ya da ne bileyim, birinin elektriği kesildiğinde “Sevaptır” diyerek ona hiç hissettirmeden faturası ödeniyordu. İlkokula giderken beslenme çantamıza o zaman çok değerli olan ‘muz’ konmuyordu mesela; ‘günah’tır, birinin canı çeker diye. Çevremizde yer alan az sayıda varlıklı insanın da varlığını gözümüze pek sokmadığını hatırlıyorum. Demek ki ‘görgü’ de o inancın bir unsuru yapılmıştı.
Kuşkusuz, bir yanıyla da hiç masum olmayan bir dünyadan söz ediyorum. O yıllarda da insanlara her türlü haksızlık ve işkence yapılıyor, Aleviler katlediliyor, solcular öldürülüyor ve bu kenar semt dindarları olup biteni seyrediyordu. İçten içe destek de veriyordu muhtemelen. Kuşkum yok. Benim sözünü ettiğim daha ‘günlük yaşam’a dair şeyler. Bir cenazeye küfredildiğini pek duymamak gibi. İnsanlar en nefret ettiğine dahi, “Allah taksiratını affetsin” demez mi bu kültürde?
O zaman bana ve belki de benim gibilere Allah inancı, ‘yapılmaması gerekenler’ üzerinden aktarılmıştı. Çalma, çırpma, hak yeme, adaletsizlik yapma, kul hakkı ile gitme, yalan söyleme, iftira atma ve hatta, tabağında yemek bırakma! Tümü ahlaki/toplumsal alana dair öğütlerdi.
Kuşkusuz ‘din’, ‘Sünni olmak’ ve ‘Allah inancı’ bu kurallardan ibaret değil; buna mukabil ‘Bunlar da var’ idi. Bütün bir çocuklukta, dürüstlüğün iyi bir şey olduğu belletildi örneğin. Dürüst olmanın dinle doğrudan bir ilişkisi yok, ancak söz konusu haslet ‘dinin de bir gereği’ olarak anlatılıyordu.
Dolayısıyla, bana inanmam gerektiği söylenen Allah, böylesi kuralların mimarıydı bir yandan da. Ya da şöyle söyleyeyim: Şu anda memleketimizde dindar olduğu iddiasındaki ‘kadro’ ve onlara iman etmiş ‘dalkavukları’ her ne yapıyorsa, onun tersinin Allah inancının gereği olduğu söylendi bana! Eh bunlar da ‘insanlaşma’ yolunda fena tavsiyeler değildi doğrusu.
Daha önce de defalarca yazdım, din, toplumu bir arada tutan kural öbeklerinden birinin kaynağı. Ayrıca hukuk ve gelenekleri de kaçınılmaz biçimde etkiliyor ve etkileniyor. Haliyle, bir insanın çocukluk devrinde nasıl bir Allah kavrayışıyla tanıştığı son derece önemli. Tabii inançlı dünyalardan söz ediyorum. Bugünkülere, dindar siyasetçilere, yazarlara vs. bakınca, sanki bana anlatılan Allah ile onlarınki tümüyle farklıymış gibi geliyor. İnancı, ‘Bilmem nereme su kaçtı, orucum bozulur mu?’ düzeyine indirgeyip insanı toplumsal bir varlık olarak kavrayan diğer tüm ahlaki/toplumsal ilkelerden bağışık yaşamak mümkün olabiliyor bu yol tercih edildiğinde. Bugün olduğu gibi. Allah inancının gereği olarak anlatılan ‘kul hakkı yeme’ öğüdünden, ‘Parsel parsel sattı’ dindarlığına geçmek, çok da mesafe gerektirmiyor belli ki.
Fazla ‘naif’ bir yazı olduğunun ve çok sayıda başka toplumsal/siyasal değişkeni hesaba katmadığımın farkındayım. Ama başta söyledim, derdim din ve ülke tarihi gevezeliği değil. Dinleri bir yana bırakalım, Allah’a inandığını iddia eden insanların şu haline bakınca… Paçavralarının attıkları manşetlere, yazarlarının yorumlarına, pespayeliklerine… Paramparça edilmiş onlarca güzel insanın ölümünden zevk alanlara… ‘Bunlar zaten HDP’liymiş oh olsun’ ya da ‘Oy artırmak için kendilerini öldürüyorlar’ diyenlere… ‘Her yerde oluyor bu ölümler, büyütmemek gerek’ buyuranlara… Bırakalım siyasi analizleri, anayasayı, hukuku, bu insanların inandıklarını iddia etikleri Allah ile bana anlatılanın emrettiği ilkeler arasında bir benzerlik dahi yok. Hani ‘İslam’ın şartı beş, imanınki altı’ diye başlıyorlar ya söze, vallahi kusura bakmasınlar ama o şartlar için evvela ‘insan’ olmak gerekiyor. Kürt, solcu, Alevi ölünce sevinen, parçalanmış gençleri stadyumda yuhalayan, caniliğe mazeret arayan zavallı ırkçıların benimsediği ‘şart’, beş olsa ne olur, yedi olsa ne olur.
Merak da etmiyor değilim aslında, yarın bir gün o çok önem verdikleri ‘mahşer günü’ gelip çattığında, ölen çocuklara dahi sevinebilen bu alçaklar güruhu, paçayı kurtarmak için araya kimi koyacak? Hangi belediyeden torpil, hangi kurumdan daire başkanı, hangi emniyetten amir bulacaklar? O ‘hiç akıllarından çıkarmadıklarını’ iddia ettikleri hesap gününden söz ediyorum, Kazlıçeşme mitinginden değil.
Bana anlatılanın, yanlış olmadığı kanısındayım. Bu sınır tanımayan sefillerin inandıklarını iddia ettikleriyle müşerref olmadığım içinse kendimi şanslı hissediyorum.
Hâl böyleyken herkesin şu alçalmış, ırkçı ve mezhepçi olup asgari edep duygusundan dahi yoksun insanlar gibi düşündüğü yanılgısına düşmeden, hiç kimseyi küçük görmeden, insanların onurunu incitmeden, inançlı kesim içinde halen olduğunu ve seslerini hiç duyuramadıklarını çok iyi bildiğim dürüst ve duyarlı yurttaşlarla birlikte, hep birlikte kuracağız her ne kuracaksak.
İnsan, çileden çıkıyor hakikaten böylesi acımasızlık ve alçalma karşısında. Buna mukabil dürüst yurttaşın, izan sahiplerinin nefreti körükleme lüksü yok. Nefret duygusu, içimizde çığ gibi büyüse de. Böyle bir lüksümüz yok. Olmamalı. Önce kendimizi ikna etmeliyiz. Yaşayacağız. İnsan gibi ve birlikte yaşayacağız. ‘Bunlara’ rağmen, birlikte yaşayacağız.
Alçaklık hep ve her yerde vardı. Onların sesini bastırmak mümkün. Her bir iyi, dürüst, vicdan sahibi, insancıl yurttaşın kıymetini bilerek, enayice mücadele edeceğiz…
Başka çare var mı? Varsa, ne?