ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
@zeynepguvenunlu
zeynep.guvenunlu@gmail.com
Çocuğunuzun mutluluğundan başka bir şey istemiyorsunuz. Ne iş yapacağı, nasıl yaşayacağı, kimliğini nasıl inşa edeceğine dair herhangi bir beklenti taşımayan modern bir 21’inci yüzyıl ebeveyni olarak görüyorsunuz kendinizi. O halde bir daha düşünün. Psikiyatrist İlker Küçükparlak, “Çocuğunuzun nasıl biri olacağına dair bir arzu barındırmamak olanaksız” diyor ve ekliyor: “Asıl sınav, bu arzunun gerçekleşmeyişinin yasını tutabilmek ve gerçekleşmekte olanı samimi bir merakla kabullenebilmek.”
Ebeveynlik artık neredeyse full time bir iş. Bu hep böyle miydi? Değilse, ne zaman, neden ve nasıl bu hale geldi?
Elbette hep böyle değildi. Çocukluğun tanımlanması bile görece yeni bir şey. Bundan en fazla 100 yıl önce, ‘kafası çok çalışmayan, dolayısıyla bir süre boyunca verim alınamayacak varlıklar’dı çocuklar. Farklı ruhsal ihtiyaçları olduğunun düşünülmesi ise çok daha yakın dönemlere denk geliyor. Ebeveynlikle ilgili bu gayretin, özellikle de zihinsel gayretin bu kadar yoğunlaşması aşağı yukarı son 50 yılın meselesi. Ondan önce çocukla ilgili klasik bazı beklentiler vardı. Bizim eski kuşağın söylediği gibi, ‘Vatana millete hayırlı olsun, arsız hırsız olmasın, başımızı öne eğdirmesin…’. Bu aslında dünyanın geri kalanında da çok farklı değildi. Seçkin, aristokrat sınıfların haricinde, geleceğe ilişkin çok fazla beklenti geliştirmeden, kaygı duymadan yetiştirilirdi çocuklar.
Her şey son 50 yılda mı oldu?
Çok daha geriye gidip evrimsel psikoloji açısından bakacak olursak ‘ebeveyn yatırımı’ diye bir kavram vardır. Yatırımdan kastım, çocuk büyütürken gösterilen emek ve gayret. Memelilerde, dişinin yavrusunun bakımına verdiği emek ve zaman erkeğinkiyle karşılaştırılamayacak kadar fazla. Dişilerin eş seçiminde tiziz olmasının bir sebebi de bu.
Son 50 yıla gelirsek… Moderniteyle birlikte ortalama çocuk sayısının azaldığını görüyoruz. Buna çocuk sahibi olma yaşının giderek ilerilere taşınmasını da eklersek çocuk sayısı daha da azalıyor. Çocuk sayısı azaldıkça çocuk başına yapılan yatırım miktarı artıyor. Yatırımdan kastım finansal yatırım değil. Finansı da kapsıyor elbette ama esas olarak emek, gayret, zaman yatırımı.
Bir diğer etkenin de şu olduğunu düşünüyorum: Topu topu 100 yıldır var olan psikanaliz kuramı, bizi biz yapanın çocukluğumuz olduğunu söyler. Yani ‘Bugün bir takım sorunlar yaşıyorsak bunun kaynağı çocukluğumuzdadır’ der. Psikanalizi çok ciddiye almayanlar bile sorunlarının kaynağını çocukluk travmalarında arama eğilimindedir.
Modern insan, çocukluğuna geri dönemez elbette ama bir çocuk yapar ve kendi geçmişinin olumsuz izlerini kendi çocuğu üzerinden silmeye çalışır. Bu yolla geçmişin rövanşını alarak kendini rahatlatma yoluna gidebilir. Sloganı da bellidir: ‘Ben çektim çocuğum çekmesin.’
Bütün bu kendimizi paralamamız yine kendimiz için mi yani?
Eh biraz öyle. Üstelik, kişi çocuğun ihtiyacından çok kendi geçmişi ve kendi ihtiyacı üzerinden baktığı zaman, çocuğun ihtiyacını göremiyor ve bir takım aşırılıklar yaşanıyor. Örneğin kendisinin sevildiğini hiç hissedemeyen ve sadece uyması gereken kurallarla dolu bir dünyada büyüyen biri, kendi çocuğuna hiç kural koyamayabiliyor. ‘Ben o kadar kısıtlandım ki çocuğuma her şey serbest olacak’ diyor. Bu çocuk büyüyünce ailenin dışındaki hayata karışınca çok ciddi sorunlar yaşayabiliyor. Ya da kişi ‘Ben çok yokluk çektim çocuğuma hiçbir şeyin eksikliğini hissettirmeyeceğim’ diyor. O zaman da bu çocuğun arzusunu yatırabileceği istikrarlı hiçbir şey olamayabiliyor hayatında. Ya da sabretmeyi öğrenme fırsatı olamayabiliyor.
Özetle, ebeveynliği yoğun bir mesai haline getiren şeylerden biri, çocuk sayısı azaldığı için çocuğa yapılan yatırımın çok artması. Diğeri de insanların kendi çocukluklarında kendilerini etkileyen sorunları, çocukları üzerinden düzeltmeye çalışması. Bunlar ebeveynlik mesaisini çok yoğunlaştırıyor.
Sosyal medya annelik rolünü şişirdi
Son 15 yıldır sosyal medya sebebiyle ebeveynliğimizi çok fazla karşılaştırma imkanına ya da talihsizliğine sahibiz. Bu durum ebeveynliği nasıl etkiliyor?
Birkaç farklı şekilde etkilediğini düşünüyorum. Malumun ilamı olacak ama söyleyelim: İnsanlar sosyal medyada kendilerinden memnun olabileceği şeyleri paylaşıyor. Bu paylaşımları izleyenler de ‘Herkesin hayatı ne kadar yolunda, herkes kendisinden ne kadar memnun’ gibi bir hissiyata kapılıyor. Bunu zaten bildiğimizi sanıyor olabiliriz ama sosyal medyaya o kadar yoğun şekilde maruz kalıyoruz ki bu temel gerçek unutulabiliyor ya da etkisini yitirebiliyor.
Ne kadar leziz yemekler yiyorum, ne kadar mutlu bir ilişkim var, ne kadar güzelim… Bu pakete ebeveynlik de dahil oluyor haliyle. Bazı durumlarda kişinin diğer rollerini baskılayan, hatta yok eden bir yere doğru gidebiliyor. Geleneksel motto, ‘Ben her şeyden önce bir anneyim’ idi. Sonra, ‘Evet bir anneyim ama bir yandan da erişkin bir kadınım ve mesela trafik polisiyim veya şöyle bir insanım’ gibi, annelik haricinde başka rollerin de belirmesine sebep oldu modernite. Post modernitede ise kimliklerimizi görünme üzerinden inşa ediyoruz.
Sosyal medyayla ‘her şeyden önce anne olan‘ annelik modeli, blogger annelerle geri geldi. Sosyal medyayla şişen anne rolü, diğer annelerde bir tür yetersizlik duygusuna neden olabiliyor tabii. Bunlar bilinmeyen şeyler değil ama insanların şunu duyması iyi olabilir: Çocukla kaliteli zaman geçirmek diye bir şey var. Bu kalite kavramının da değişik bir tınısı var ya, çok özel bir şey yapılması gerekiyormuş gibi. Halbuki çocukla kaliteli zaman geçirmenin en önemli ölçütü, birlikte olunan zamana başka ilişkileri koymamak. Dolayısıyla birlikte yapılan bir vapur yolculuğunda sessizce denize bakmak da kaliteli zaman. Çocuğu bilim müzesine götürdünüz. Siz telefona baktınız, çocuk da sıkıldı. Kaliteli zamanın kıyısından bile geçmediniz.
Önemli olan beklentiyi nasıl taşıdığımız
Bir twitter paylaşımınız var. “Ebeveynlik işinin en büyük sınavlarından birisi de çocuğunun nasıl biri olacağına dair bir arzu barındırmamak olanaksız iken, bu arzunun gerçekleşmeyişinin yasını tutabilmek, hatta gerçekleşmekte olanı samimi bir merak ile kabullenebilmek sanırım” diyorsunuz. Bu büyük sınav ne ve neden bu kadar büyük?
Cinsiyete dayalı geleneksel iş bölümü modelinde erkek eve para getiriyor, kadın da evle ve çocukların bakımı ve terbiyesiyle ilgileniyordu. Halbuki şehirli ailelerde bu iş bölümü o kadar da cinsiyete dayalı değil artık. Her iki ebeveyn de çalışıyor, yahut bekar anne / baba çocuğunu tek başına yetiştiriyor. Ebeveynlik tam zamanlı bir mesaiye dönüştü dediniz ya, aslında o mesai zaten vardı. Şimdi ona dışarıdaki işin mesaisi de eklendi.
Bu kadar yoğun bir mesai varken insanın bu gayreti beklentisizce gerçekleştirebilmesi çok zor. Bir şey için gayret ediyorsanız, ki çok küçük şeyler için gösterdiğiniz bir gayret de olabilir bu, o şeyin sonuçlarına dair beklentileriniz olur. Çocuktan beklentinin olmasında bir sorun yok ama bu beklentiyi nasıl taşıdığımız, dönüştürüp dönüştüremediğiniz, gerekiyorsa gerçekleşmeyen bir beklentinin yasını tutup tutamadığımız burada belirleyici olan unsurlar.
Twitter’a onu yazdığım zaman ‘Babam benim doktor olmamı istiyordu ben başka bir şey oldum’. ‘Annem öğretmen olmamı istiyordu bankacı oldum’ gibi yorumlar geldi. Benim beklentiden kastım o kadar uzak da değil. Siz çocuk canlı, neşeli, fırlama, ateş gibi bir şey olsun istersiniz ama çocuk naif, duygusal, içedönük çok hisli bir şey olabilir akranlarına göre. O tohumdan o fidan çıkmıştır. Sizin beklentiniz her ne ise ve gerçekleşmemişse, onun yasını tutamadığınızda çocukla ilişkiniz de iyi olmayacaktır. Ya da tam tersi, duygusal, düşünceli derinlikli bir çocuk olsun dersiniz, çocuk ateşli, canlı, dalgacı olur. Beklenti farklıydı ama başka bir şey çıktı. O çocuğun içinden çıkanla güzel bir şekilde ilişkilenebilecek miyiz? İşte, kendi beklentimizi bir kenara bırakmadıkça çocukla iyi bir ilişki kurmak mümkün olmaz.
Çünkü hangi örnekte olursa olsun, bir beklenti varsa ve gerçekleşmiyorsa, ‘Bak yine olmuyor, hala olmuyor, keşke şöyle olsa’ gibi olumsuz duygulara kapılacağız. O duygular çocukla ilişkimizi bozacak. Çocuğu da çok etkileyecek tabii.
Gerçekleşmeyen bir beklentinin yası nasıl tutulur?
Yas tutmak bir kaybı hazmetmeye çalışmak demek. İlk anda akla kaybettiğimiz sevdiklerimiz geliyor. Vefat eden birinin öldüğünü ve artık geri dönmeyeceğini kabul edebilmek. Zihinsel açıdan kolay gibi görünse de ruhsal açıdan öyle olmuyor. Mesela eşi vefat etmiş, başka biriyle ilgileniyor ve suçluluk hissediyor. Halbuki eş vefat etti, öldü gitti. Ama aldatıyor gibi hissediyor kişi. Yasını tutamamış demek ki.
Tükenen bir umudun yahut geride kalan gençliğin de yası tutulur. ‘Genç olmak çok güzeldi ama artık genç değilim’ diyebilmek lazım. Adam 60 yaşına gelmiş, genç gibi giyiniyor, hareket ediyor, bu elbette onun tercihi ama mesela prostat muayenesini reddediyor. Sağlığını tehlikeye atıyor. Adam futbolcu olmak istemiş, babası izin vermemiş, olamamış. Bu kişi profesyonel futbolcu olamayışının yasını tutamazsa futbolun hiçbir yönünden keyif alamaz. Arkadaşlarıyla halı saha maçı da yapamaz, toplanıp maç da izleyemez. İçinde hep bir acı, burukluk olur.
Çocukla ilgili beklenti de oluyor tabii. Bu kadar gayret edilen bu kadar emek verilen, bu kadar bağlanılan bir varlık için ‘Şöyle bir şey çıksın bu veletten’ diye bir arzu içinde olmamak mümkün değil. Ama kim bilir ne çıkacak. Gerçekten çarkı felek gibi, kim bilir ne çıkacak. Ama bir şey çıkmaya başladığı zaman da ‘Evet ben başka bir şey hayal etmiştim ama bu çıkıyor’ diyebilmek, kendi beklentimizle, hayalimizle vedalaşabilmek lazım.
Bir kaybın yasını tutamayan kişi o kaybı hatırlamaktan nasıl kaçınma ihtiyacı hissediyorsa çocukla ilgili kendi beklentisinin yasını tutamayan kişi de çocuktan çıkmakta olan şeyi merakla keyifle ve ilgiyle takip edemeyecektir.
Burada maalesef yas nasıl tutulurun hızlı bir yanıtı yok. Ama şu çok önemli olabilir. O beklenti çoğu zaman rasyonalize edilir. Mühendislik okusun çünkü o iyidir. Hayır öyle bir şey yok, o senin ihtiyacın. Enerjik, girişken olsun çünkü o iyidir. O da aslında senin ihtiyacın. Farklı ruhsal yapılar var ve hayatı çok güzelleştiren bir şey bu. Bu beklentinin çocuğun iyiliğinden çok senin ihtiyacınla ilgili olduğunu idrak edince, o beklentiyle vedalaşmak ancak ondan sonra mümkün olabiliyor. Yoksa çocuğun iyiliği için bunu ondan bekliyorum dedikçe, adeta bir organ eksikliği varmış gibi yetersizlik hissi çocuğa yansıyor.
Anne babalar o kadar kaygılı ki çocuk yaptığı için suçluluk hissediyor
Çok güzel şeyler söylüyorsunuz ama çoğu anne baba ille de şu mesleği seçeceksin diye baskı yapmıyor çocuğuna. Sorumluluklarını yerine getirsin, derslerine çalışsın, iyi okullarda okusun, güzel bir hayatı olsun… Burada beklentilerin gerçekleşmesi için ne kadar çaba göstereceğiz, hangi noktadan sonra beklentiden vazgeçeceğiz?
Sanırım orada yine çocuğu izlemek, anlamak en önemli konu. Bu çocuk neyi merak ediyor, nasıl öğreniyor. ‘Peru’da şöyle yemek yiyorlarmış, yemeden önce şöyle yapıyorlarmış’ diyen, bir de Peru’ya gitmek isteyen bir çocuğun zaten masa başında ne işi var. Bu çocuk kültürle ilgili. Çocuğu izlemek önemli.
Tabii ki iyi okullarda okumasını ister herkes çocuğunun. Ama şöyle bir gerçek de var. İyi okul her ne ise her çocuk o okulda okuyamayacak. O yüzden sınav var zaten. Bu okulda okuyamazsa ne olur? Kural olarak kötü şeyler olacak değil.
Aslında biraz şöyle bir yerdeyiz gibi geliyor bana. Biz dünyayla ilgili o kadar endişeliyiz, o kadar tedirginiz ki insanlar çocuk yaptığı için adeta çocuklarına karşı suçluluk hissediyor gibi. ‘Ben böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum’ klişesi vardır ya, ‘Ben böyle bir dünyaya çocuk getirmiş bulundum, mecbur bu çocuğun hayatını düzgün yapacağım’ gibi bir suçluluk içerisinde, adete bir tür mahcubiyet içindeler. Ama unutmayalım, İkinci Dünya Savaşı sırasında da insanlar çocuk sahibi oldu. Milyonlarca insanın aylar içerisinde öldüğü, kentlerin halı bombardımanıyla yok olduğu, şairlerin ‘Artık bundan sonra şiir yazılmaz‘ dediği, sanat akımlarının değiştiği bir dönem yaşandı. O dönemde bile insanlar çocuk yaptı. Muhtemelen o zaman da ‘?öyle bir dünyaya çocuk getirilir mi’ duygusu hissedildi ama o çocuklar da hayatta kendi yollarını buldu. Dünya başka bir yere geldi. Hayatlar başka şekilde şekillendi.
At zaten koşmak ister ama kendi istediği gibi
Özetle çocukla suçluluk duygusu üzerinden bir ilişki kurarken, o çocuğun eğitimi, akademisi şusu busuyla ilgili salim bir şekilde düşünebilmek olanaklı değilmiş gibi geliyor bana. Elbette iyi bir eğitim hayatta insanın önünü çok açabilir ama şunu net bir biçimde söyleyebilirim ki bir insanın mutlu olmasını tek başına sağlayan bir unsur asla değildir. Çocuğa karşı suçluluk ve ondan kaynaklanan bir endişe olunca çok performatif bir yere konumlanıyor ebeveynler. Kaç net yaptın? Tam yarış atı.
Bu yarış atı analojisi güzel gerçekten. At zaten koşmak ister. Atın doğasında var koşmak. Ama biz atın istediği yöne kendi istediği şekilde koşmasını kısıtlayıp başka bir yöne doğru zorlarsak elbette koşmayla ilişkisi de bozulacaktır. İnsan zaten merak eder. Bütün çocuklar bir şeyleri merak ediyor. Çok boş gibi görünen Tiktok videolarını izliyorsa da bir şeyi merak ettiği için izliyordur. Bizim yapabileceğimiz, o merakı işine yarayacak bir şekilde kullanmasına yardım ve yoldaşlık etmeye çalışmak.
Mizaç özellikleri daha fetusken kendini belli etmeye başlıyor. Gerçekten anne karnında daha çok hareket eden insanlar büyüdüğünde daha hareketli oluyor. Herkesin limitleri, mizacı vs. farklı. Çocuk için yapıyorduk ya bunu biz, çocuğun olmadığı bir formül olur mu? Onlara bakmadan, onları görmeden bunlara karar vermek çok kötü bir fikir gibi ama çocuğa bakan kendimize de bakmamız lazım. Ben şimdi neyle bakıyorum. Endişeleniyor muyum? Neden endişeleniyorum, suçlu mu hissediyorum? Bir beklentin mi var, niye beklentim var?
Çocuğun ihtiyaçlarıyla kendi ihtiyaçlarımızı ayrıştırabiliyor olmamız lazım burada. Kendi ihtiyaçlarımızı çocukların ihtiyacıymış gibi kendimize pazarlamamız lazım.
Cinsiyet de beklentiye dahil
Bu da mümkün olmuyor haliyle. Çünkü biz de ‘biz’iz ve kendimiz gibi bakıyoruz.
Aynen öyle ama mümkün olmasa bile karınca haç yolunda misali bunu sürekli bir nirengi noktası olarak belirleyip gayret edilmesi gereken bir şey. Bir ameliyathanenin yüzde yüz steril olması da mümkün değil, ama bu orayı dezenfekte etmekten vazgeçeceğimiz anlamına gelmez.
Modernliği geçip post modern ebeveynliğe doğru gelen çok önemli bir konu daha var bence. Çok daha temel bir beklenti ya da beklentisizlik konusu: Cinsiyet. Bazı aileler çocuklarını cinsiyetsiz yetiştirmeye başlar ki bence de çok iyi bir fikir bu.
Biz pembe de almadık, mavi de almadık. Çok güzel. Oyuncak bebek de aldık kamyon da aldık. Bu da güzel. Hepsi alınsın, çocuk hangisiyle ilgileniyor ona bakılsın. Ama burada cinsiyetsiz biçimde yetiştirmeye başlamak ebeveynin kendi ihtiyacı ise ve çocuğun içinden çıkanı hızlı bir biçimde görmek mümkün olduğu halde aile bunu görmeyi reddediyorsa çocuk için iyi olmayacaktır bunun sonucu. Çocuk bariz bir şekilde bebekle oynamak istiyor ama aile oynatmıyorsa bu çocuğa zarar verir.
Cinsiyetsiz yetiştirmeye başlamak nasıl bir ihtiyaç olabilir? ‘Ben modernim’ demek için mi mesela?
Bir sürü sebeple olabilir. ‘Ben modernim’ kimliği oluşturabilir. Kendisi toplumsal cinsiyet rollerinin baskısı altında yetişmiştir, çocuğuna bunu yapmak istemiyor da olabilir. Ama sonrasında çocuğu takip ederek onun ihtiyaçlarını gözetip ona göre davranmıyorsa bu çocuğa iyi gelecek bir durum değil.
Son dönemde ergen kızlar arasında, ‘Ben biseksüelim’, ‘Ben lezbiyenim’ diyenlerin sayısı çoğaldı. Bu bir kimlik arayışı mı, bir moda mı, toplum ya da ebeveyn baskının ortadan kalkmasıyla yaşanan bir kendini ifade biçimi mi?
Ben erişkin psikiyatristiyim, belki ergen psikiyatristiyle konuşmak daha doğru olur ama erişkin boyutundan şunu söyleyebilirim size. Biz bu cinsel yönelimleri çok kategorik algılıyoruz. Zaten ilk başta, ‘Kadın kadındır, erkek erkektir. Herkes heteroseksüeldir’ gibi bir anlayış vardı. Sonra ‘Hayır canım eşcinseller de var’ demeye başladık. Sonra o kategoriyi bir daha artırdık, ‘Biseksüel de var’ filan dedik. İnsanın zihni, böyle kategoriler üretince biraz daha kolay çalışıyor ama farkındaysanız hele de cinsel hazdan ve davranıştan söz ediyorsak doğada böyle kategorilerin olduğunu söyleyemeyiz. Acı yemekten hoşlananlar, tatlı yemekten hoşlananlar, ekşi yemekten hoşlananlar… böyle kategoriler yok. Daha az / çok tercih edenler var. Şu yemeği acılı, öbür yemeği ekşili sevenler var vs. Çok akışkan bir durumdan söz etmek mümkün. Bazen ‘O acı yemeyi sever’ dersiniz ama acıyı seviyor diye asla tatlı yemiyor anlamına gelmez.
Cinsel davranışın da çok akışkan olabildiğini biliyoruz. ABD’de yapılan bazı çalışmalar var. İnsanlar cezaevine girince başka seçenek olmadığı için eşcinsel davranışı deneyimliyor. Orada şöyle bir ayrışma var. Erkekler hapisten çıktığında, hetero davranışa çocuğunlukla geri dönüyor. Kadınlar ise daha çok biseksüel olarak tanımladığımız şekilde devam ediyor.
Koşullara, yaşa, şuna buna bağlı olarak cinsel yönelimin akışkan olduğunu, dolayısıyla çok net bir yönelimden bahsetmenin çok sağlıklı olmadığını düşünüyorum ben. Elbette cinselliğin daha çok tercih edilen, daha çok haz oluşturan bir cinsiyeti olabilir insanların ama bu ‘daha çok’lar ‘daha az’lar arasında bir akışkanlık var. Böyle akışkan değilmiş gibi görünmesinin temel sebebi de toplumsal cinsiyet rolleri gibi görünüyor.
Dolayısıyla genç insanlar deneyimliyorsa deneyimliyordur bir kere. Ergenlik zaten her şeyi deneyimlemenin dönemidir. Ergen bir gün gelir ben rap’çi oldum der, başka gün K-pop’çu olur, sonra emo olur. Kıyafet dener gibi kimlik dener. Bu denemeler çok önemlidir çünkü genç rahat edeceği şeyi böyle böyle bulur. Genç insanlar ‘Ben artık bu oldum’ diye gelebilir ama hemen o oldukları anlamına gelmez bu.
Cinsel yönelim konusunda da bu böyle. Gencin cinsel yönelimini fark etmesi çok iyi olabilir ama dediğim gibi ben yönelimlerin biyolojik değil daha çok toplumsal nedenlerle oluştuğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bir tür mecburiyet hissiyle ya da koşulların öyle şekillenmesiyle sürdürüldüğünü de düşünüyorum.
Neden genç erkekler değil de daha çok kızlar?
Erkekler için bu daha huzursuzluk uyandıran bir şey olduğu için deneyimlemekte özgür hissetmiyor olabilirler bir ihtimal.
Popüler kültürün eşcinselliği teşvik ettiğini, dizilerde bu temaların bol bol işlenerek normalleştirildiğini, hatta propagandasının yapıldığını düşünenler var. Bu yönelimlerin artmasından dizileri sorumlu tutuyorlar.
Bu Kore popu’nu bitireceğiz demek gibi bir şey. Gençlik, ergenlik kimlik icat etme ve deneme dönemi. Siz bu denemeleri yasaklarsanız daha yıkıcı şeyler yapabilir. Bir sürü genç insan kült tarikatlara giriyor. Başka şeylere maruz kalıyorlar. Dolayısıyla güvenli bir şekilde gözünüzün önünde deneyebileceği şeylere fırsat vermek lazım.
‘Ben biseksüel oldum’ diyecek. E hayırlı olsun o zaman. Biseksüel olsa ne olacak? Sonuçta servise biniyor, eve geliyor. Heteroseksüel olsa bir kız çocuğu için daha riskli bile olabilir yani. Şiddete maruz kalabilir, hamile kalabilir vs.
Bir de şöyle düşünün. ‘Ben biseksüel oldum’ demeyen çocuk dolaylı olarak, ‘Ben heteroseksüelim’ demiş oluyor ya. İnsanlar dehşete mi düşüyor yani, vay benim kızım / oğlum heteroseksüel diye. Bir cinsel deneyimi varsa var, yoksa yok. Bir çocuğun yaşıyla orantılı, ne kadar olabilecekse o kadar var. Anne baba, ‘Heteroseksüel olunmaz, insanlar pistir, iğrençtir’ demiyor sonuçta. Sağlıklı tutum neyse onu göstermeye gayret ediyor. ‘Özel yaşam şöyledir. Bak bunlara dikkat. Şuradan ötesi olmaz. Tabii ki arkadaşın gelsin ama kapınız açık duracak’ gibi şeyler. Toplumun ve ebeveynlerin işi test etmesini engellemek değil o testi güvenli bir şekilde yapmasını sağlamak.
90’ların satanist gençliği…
90’lı yıllarda satanist diye peşine düşülen gençler vardı. Ne oldu o çocuklar, şeytana mı tapıyorlar? Hoş, o zaman da yaptıkları Akmar Pasajı’nda rock müzik dinlemek, dergi çıkarmak ve siyah giyinmekti. Dolayısıyla bu alt kültürler alarm olunması gereken şeyler değil. Yeter ki aralarına bir yetişkin karışmasın, onları etkilemesin, manipüle etmesin. Alt kültürler hep olacak.
Son soru bambaşka bir konudan. Üniversitelerde ders kitabı olarak okutulacak ‘Telesağlık Temel Başvuru’ kitabının editörlüğü yaptınız. Kendi alanınızla ilgili sorayım, yüz yüze terapi kalacak mı sizce?
Kalacak. Pandemide terapistler olarak lokasyondan bağımsız bir dönem yaşadık ama pandemiden sonra eski modele dönmemiz gerekiyor. Bunu Türkiye Psikiyatri Derneği’nin tele-psikiyatri çalışma biriminin kurucusu olarak söylüyorum. Eğer kişi sağlık hizmetine standart biçimde ulaşabiliyorsa bu en iyisi. ‘Pandemi bitti ama terapiye online devam edelim.’ Yok etmeyelim. Elbette muazzam bir zaman tasarrufu sağlıyor online terapi. Şimdi bir toplantıdan çıkıp seansa girip seanstan çıkıp tekrar işinize dönebilirsiniz. Ama psikiyatri seansı genelde terapiden önce, yolda başlar. Çok meditatif bir süreçtir bu. Spordan önceki ısınma gibidir. Dolayısıyla uzaktan terapi yüz yüze terapinin tam karşılığı olamaz.