
İHSAN DAĞI
@ihsandagi
Ukrayna krizi Türkiye’nin o meşhur ‘stratejik değeri’ni yeniden gündeme getirdi. Çatışmanın bütün tarafları Türkiye’ye karşı yumuşak bir diplomasi izliyorlar. Ukrayna’da askerleri Türkiye yapımı İHA’larla vurulan Rusya bile doğrudan Türkiye’yi karşısına almamaya çalışıyor. Batı ise bölgedeki Rus saldırganlığının Türkiye’yi yeniden kendine doğru itmesini bekliyor. AKP iktidarı da yakın zamana kadar methiyeler dizdiği Putin’e biraz mesafeli durarak Ukrayna krizini Batı ile barışmak için bir fırsata çevirmek ister gibi.
Kim bilir belki de AKP gelecek seçimleri Batı karşıtlığı söylemiyle değil, Batı sermayesinin ve diplomasisinin desteğiyle kazanabileceğini hesap ediyor.
İktidarın neredeyse son on yıldır ‘üst akıl’, ‘dış güçler’, ‘faiz lobisi’ gibi söylemlerle kışkırttığı Batı karşıtlığı öyle hemen sönüp gider, AKP’nin Batı’yı arkasına alacağı bir siyaset tarzı seçimlerde işe yarar mı? İktidar Batı’ya dönmeye hazır da acaba halk bu kadar hızlı manevra yapabilir mi?
Önceki ay Metropoll’ün yaptığı bir araştırma belki de ilk defa dış politikada Rusya ve Çin’le yakınlaşmayı tercih edenlerin oranının ABD ve AB’ye yönelmek isteyenlerden fazla olduğunu gösterdi. İktidar bloku seçmenlerinin yarısı dış politikada Rusya ve Çin’e öncelik verilmesinden yana bir tercih sergilerken, CHP’lilerin de yaklaşık üçte biri bu tercihe katılıyor. İYİ Partililerde ise bu oran yüzde 41’i buluyor. Dış politikada AB ve ABD’ye öncelik verilmesini isteyenler sadece HDP seçmeninde yarıyı geçiyor.
Bu veri ‘Doğu tercihi’nin sadece iktidar blokunun tabanıyla sınırlı olmadığını, muhalefet partilerinin seçmenleri arasında da son derece popüler olduğunu anlatıyor. İktidarın son yıllarda ‘İslamcı ajandası’nın bir uzantısı olarak yürüttüğü Batı karşıtlığının toplumdaki diğer bazı hassasiyetlerle birleşerek derin bir etki yarattığını söylemek mümkün.
AKP iktidarı, son yıllarda Batı’dan kurumsal ilişkiler düzeyinde ve ortak demokratik değerler zemininde koparak Şanghay İşbirliği Örgütü’ne övgüleri dizdi, Rusya ve Çin’le ‘stratejik işbirlikleri’ kurdu. Bunu Türkiye’nin ‘stratejik özerklik’ arayışı olarak pazarlayanlar çıktı tabi. Türkiye’yi oryantal bir despotizmle yönetirken, geleneksel modernleşme çizgisini sürdürdüklerini iddia edecek halleri yoktu. Doğrusu, AKP’nin Batı karşıtlığı Batı’yı değil, içerdeki 150 yıllık çizginin kurumlarını, değerlerini ve ülkülerini yıkmayı hedef alıyordu. Amaç, ‘oryantal despotizm’le yönetilebilir oryantal bir toplum kurmaktı. Dışarıyla kavga, içeriyi kendi ideolojik tahayyüllerine göre inşa etmenin etkili bir yoluydu iktidar için.
Dahası, AKP Batı karşıtlığında yalnız da değildi. Batı karşıtı diliyle iktidar partisi farklı toplumsal ve siyasal çevrelere ulaştı, bunlar arasında derinlerde yatan Batı karşıtlığını uyardı, bir kısmıyla da ittifak kurdu. İktidarın Batı anlatısı kontrol ettiği geleneksel medya araçlarıyla kitleselleştirildi, ancak muhalif medyanın da iktidarın Batı anlatısını bazen sol bir anti-emperyalizm duyarlığıyla ve yer yer de Avrasyacı saiklerle yeniden ürettiğini, çoğalttığını ve yaydığını da unutmamak gerek.
Sonuçta, darbe girişiminden döviz kurlarına, İstanbul havalimanı inşaatından dış politikaya Batı’nın Türkiye’ye kurduğu ‘komplolar’ hiçbir dönem bu kadar yaygın ve sistematik olarak kamuoyuna boca edilmedi. AKP’nin kurduğu söylemsel hegemonya Batı, Batılı kurumlar ve değerler hakkında olumlu herhangi bir şey söylemeyi neredeyse gayri meşru hale getirdi. Kamuoyu iktidarın propaganda makinesiyle manipüle edilirken, muhalefet de yükselen Batı karşıtlığı söylemine hapsedildi. Dış politika ve güvenlik alanlarında hemen hükümetin arkasına sıralanan muhalefet AKP’nin Batı karşıtlığını da normalleştirdi bu tutumuyla. Hatta zaman zaman bu söylemi iktidardan daha ileri götürdüğü de oldu.
Batı karşıtlığının söylemsel hegemonyası, küçük ama etkili bir grup olan Avrasyacıların iktidar ile kurdukları ittifakla daha da büyüdü. Batı ile stratejik işbirliğini bırakılıp Doğu’ya yönelmeyi öneren Avrasyacı tezler iktidar koridorlarına taşındı. AKP’nin bu yıllarda Rusya ve Çin ile kurduğu stratejik ve ekonomik ilişkiler Avrasyacıların hem iktidarın politikalarına etkisini artırdı hem de kamuoyuna ulaşma imkanlarını genişletti. Avrasyacılar iktidarın medyasında iktidarın Batı karşıtı dilini büyük bir hünerle Rusya ve Çin yanlısı bir duruşa çevirmeyi başardılar.
Batı karşıtı anlatılar kamusal tartışmalarda başat hale gelirken, Türkiye’nin geleneksel Batılı konumunu savunan ne siyasal bir hareket ne de sosyal bir grup vardı. Rusya ve Çin etkin bir ‘kamu diplomasisi’ yürütürken Batı selam verecek kişi bulamıyordu.
Sol zaten emperyalizmle eşlediği Batı’ya karşı eleştireldi. Batı’nın çeşitliliğini dikkate almadan yapılan adeta ‘ontolojik karşıtlık’ aslında AKP’nin İslamcı saiklerle öne çıkan Batı karşıtlığını da meşrulaştırıcı bir işlev gördü, özellikle laik kesimlerde. Sol veya sağ varyantlarıyla laik kesimler de bazen ‘yeşil kuşak,’ bazen de ‘büyük Ortadoğu projesi’yle Batı’yı ‘ılımlı İslam’ı desteklemekle suçluyorlardı. Batı, Türkiye’den Mısır’a bölgedeki bütün İslamcı hareketleri önce ılımlılaştırıyor sonra da onlara iktidarı teslim ediyordu.
İlginç bir şekilde, İslamcılar Müslüman toplumları laikleştirdikleri, laikler de İslamcıları destekledikleri için Batı karşıtı olmuşlardı.
Sonuçta Batı, Türkiye’nin güvenliğini, egemenliğini ve ekonomisini tehdit eden bir düşman olarak algılandı toplumun geniş kesimlerinde.
Bu algı bugünden yarına değişir mi? Belki.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali Türkiye halkında da bazı ‘tarihsel hatıraları’ canlandırmış görünüyor. Zaten iktidarın yıllardır kullanımda tuttuğu güvenlikçi söylemle yüklü kitleler ‘Rusya tehdidi’ ile yeniden NATO’ya ve Batı’ya yönelebilirler. Böyle bir algıyı arkasına alan ve Batı ile barışan bir AKP seçimi kazanamayabilir ama seçim sonrası Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin normalleşmesine kapı aralayabilir.