MURAT SEVİNÇ
Hemen her dinden ve çok sayıda etnik gruptan oluşan bir memlekette yaşıyoruz. Zamanın olağanüstü güçlü ve iyi işleyen Osmanlı Devleti, iki yüz küsur yıl önce, kendisine hızla fark atmaya başlayan batıyı, geç de olsa yakalamaya karar vermiş (mecbur kalmış) ve ‘devlet’, o gün bu gündür tercihini, batılı hukuk ve yönetim biçimlerini denemekten yana kullanmıştır.
Hemen tüm hukuksal düzenlemeleri, kurumsal tercihleri, anayasaları; bazen biraz gecikmeli bazense eş zamanlı olarak batıyı izlemiştir. Bu bağlamda Cumhuriyet’e geçiş, bir yanıyla ‘eski olandan’ kökten bir kopuş, diğer yanıyla 19.yüzyılda hız kazanan batılılaşmanın sonucudur. Unutmamak gerekir ki Cumhuriyet’ten çok önce, özellikle kamu hukuku alanında din dışı hukuk kuralları, yasalar kabul ediliyordu.
‘Devleti nasıl kurtarırız?’dan ‘kurulmakta olan’a
Düşünce yaşamı ile siyasi gelişmeler arasında kopmaz bir bağ vardır. Dönemlerin baskın düşüncesi ve tartışmaları siyaseti dönüştürürken, aynı zamanda o siyaset tarafından belirlenir. 19.yüzyıl ortasından itibaren Osmanlı aydınının temel derdi, ‘devleti nasıl kurtarırız?’ sorusudur ve hemen tüm entelektüel tartışma bu temel soru etrafında dönmüştür.
20.yüzyıl başında ve özellikle Balkanlar’ın kaybından itibaren, yani Osmanlı anavatanından sürüldükten sonra düşünce yaşamının ibresi, ‘kurulmakta olan’a dönmüş, başta Ziya Gökalp olmak üzere önemli düşünce insanları, devletin sahipliği, ana istikametin ve siyasetin ne olacağı, hangi ilkeler üzerine inşa edileceği, uyruğun nasıl adlandırılacağı konularına kafa yormuşlardır.
Devlet dinden ne anlıyorsa, o şekilde yaşanacak
Örneğin ‘adlandırma’ya bakalım: Osmanlı’nın ‘millet’ sisteminde iş kolaydı. Oysa yeni devletin uyruğuna, yeni bir isim gerekiyordu. 1924 Anayasası’nın dikkat çekici tartışmalarından biri bu konu üzerinedir. Memleket insanına ne diyeceğiz? Sonunda, ‘vatandaşlık bakımından Türk denir’ kabul edilmiştir. Kurucular açısından bir diğer temel mesele ise, din olmuştur. Bu Türk, biraz da mecburiyetten, dindar (ziyadesiyle Sünni) bir Türk olacaktır. Ancak, din, devletin kontrolünde kalacak yani devlet dinden ne anlıyorsa, o şekilde yaşanacaktır. Mart 1924 yasalarıyla çözülen sorunlardan biri budur.
Diyanet, dini organize etmesi için kurulmuştur. Tabii laiklik ilkesi Anayasa’ya 1937’de girdi. Ancak öncesinde, 1928 değişikliklerinde laikliğe aykırı anayasal düzenlemeler kaldırılmıştır. Daha da öncesine gidersek, 1921 Anayasası’nın birinci maddesinde yer alan ‘hakimiyet milletindir’ ilkesi, aynen Fransız devrimcileri gibi, egemenliği yeryüzüne indirmiştir: Egemenlik ulusundur ve egemenlik yeryüzündedir. Ardından 1920’ler boyunca batılı yasalar ve diğer değişiklikler. 1930’larda ırkçılığa varan işler şu bu. Malum hikâyeler.
Güncel sorun, Türkiye’nin ‘zorunlu’ değişime inatla direniyor oluşu
Aradan seksen yıl geçti ve ‘kuruluş’ esnasında halı altına süpürülen bazı sorunların, birer ‘sorun’ olarak ‘varlığını sürdürdüğü’ iyice anlaşıldı. Türklük tercihinden Kürt sorunu, diğerinden siyasal İslam çıktı. Tabii bugün yaşanan sorunların, tümüyle ‘kuruluş’ta yapılan tercihlerden kaynaklandığını düşünmek de abes. Tarihte, bilmem kaç yıl sonra, tablodan bir gelişmeyi çıkarıp yerine yapay biçimde diğerini yerleştirmek, böyle bir tarih okuması mümkün olmadığı gibi, saçma.
Kuruluş dönemi üzerinden on yıllar geçti ve hem dünya hem Türkiye değişti. Haliyle güncel sorun, herhalde o gün Diyanet’in kurulmasından ya da öyle bir yurttaşlık tanımı yapılmasından çok, bugün sahip çıkılmasıdır. Türkiye’nin, çağdaşı batı demokrasilerinden farklı olarak, ‘zorunlu’ değişime inatla direniyor oluşudur. Kuşkusuz, bu direniş de boş ve acı veren bir çaba. Yıllar içinde, göreceğiz.
Batı uygarlığı tarihinin armağanı ‘değerli’ basitlik
Ancak bir memleketin ‘yönü’ yaşamının her evresinde aynı doğrultuda olmayabilir. Bolca zikzaklar, irili ufaklı dönüşümler vs. Ülke tarihleri, düz çizgi değil nihayetinde. Buna mukabil, bir ‘çizgi’ var. Sanırım mesele, zikzaklar esnasında, toplumsal yapının alacağı ‘beklenir’ hasarın nitelik ve niceliği. İşte yönetici/lider dediğimiz insanların önemi/değeri de burada. Önemli liderler, zor zamanlarda toplumsal dokunun tümüyle darmadağın olmasını engelleyebilen insanlar.
Örneğin Fransız Cumhurbaşkanı Hollande. Şu aşamada çok önemli bir tarihsel figür değil. Ancak son olaylarda sergilediği tavır, dikkat çekici değil mi? Fransa’da, diğer batı ülkelerinde ırkçılık yok mu? Elbette var. Buna mukabil, diğer batılı liderler gibi, ne ile karşı karşıya olduğunun farkında ve ‘ciddiyetle’ hareket edip eylemleri gerçekleştirenleri ‘Müslüman’ değil, ‘Fransız’ olarak nitelendiriyor Hollande. Üstelik bunu yaparken, Le Pen’in güçlendiğinin farkında elbet. Muhtemelen oy da kaybediyor.
Ancak, bir temel ilkeden hareket ediyor. Bu kadar basit. Fakat söz konusu ‘değerli’ basitlik, tüm günahlarına ve yöneltilebilecek eleştirilere karşın, batı uygarlığı tarihinin armağanı. Rönesans’ın, Reform’un, Aydınlanma’nın. Din işlerinin, ruhbana/Kilise’ye havale edilip devletin inançlar karşısında eşit mesafede durmaya çalışmasının, örneğin.
Bir Fransız cumhurbaşkanı, İngiliz başbakanı, Alman şansölyesi dindar olabilir. Ülkelerindeki dindarların oyunu kaybetmemek için muhtelif taktiklere de başvurabilirler. Buna mukabil, yönetim ilkelerinin bir inancın kurallarına dayanmadığının, dayanamayacağının farkındadırlar. Oy devşirmek için, devletlerinin ve düşünce dünyalarının harcındaki temel ilkelerinden öyle kolayca ödün ver(e)mezler.
Alışkanlıklar ve dünya görüşü, bir iki siyasetçi istiyor diye yok olmaz
Gelelim yazının başındaki gevezeliğe. Türkiye’de, ortalama yurttaşın içine, tarihsel birikimin sonucunda yuva yapmış potansiyel ırkçılık ve nefret duygusu, çıkmak için bir fırsat kollar. Topraklarımız, o fırsatı sunmak için gerekli gübreye ve vasat/fırsatçı siyasetçilere de sahiptir. Bunda, başkaca pek çok faktörün yanında Türkiye/Cumhuriyet tarihi modernleşmesinin özgünlüklerinin de payı olduğu açık. Yukarıda sözünü ettiğim, yüz yıl önceki ‘Batı-Doğu-Osmanlı’ tartışmalarına damga vurmuş sorulardan biri de ‘batının hangi özelliklerini almamız’ gerektiğidir. Hani şu meşhur, ‘kültürünü değil, teknolojisini alalım’ meselesi. Malumunuz, bugün hala, özellikle tutucu kesimde en popüler sloganlardan biridir bu. Oysa özellikle Türkiye açısından, böyle bir tercih neredeyse mümkün değildir.
Çünkü iki yüz yıldır batıdan aktarılan hukuk ve teamüller, bir kesimin direnci ne denli güçlü olursa olsun, toplum hücrelerine, şu ya da bu ölçüde nüfuz eder. Eller bir kültüre tutunmaya çalışsa da, ayaklar diğer kültürdedir artık, istense de istenmese de. Bir yandan internet kullanırken, diğer yandan yüzyıllar öncesinin dünyasında yaşamayı sürdürmeye çalışmak, olanak dışıdır. Türkiye toplumuna az çok sinmiş/sindirilmiş alışkanlıklar ve dünya görüşü, bir iki siyasetçi istiyor diye yok olmaz.
Batı tarihi ve düşüncesi olmasaydı, batı teknolojisi olur muydu?
Buna mukabil biraz cılız bir akıntıya karşı kürek çekmeye hevesli siyasal hareketler, toplumun tüm cıvatalarıyla oynayıp kamplaştırmayı başarabilir. Türkiye’de olduğu gibi. Bunun panzehirlerinden biri, batının ‘inkâr edilen’ bazı ahlaki ve kültürel ilkeleri/alışkanlıkları üzerine kafa yorup benimsemek olabilir. Üstelik o çok özenilen teknoloji de, reddedilen siyasal ve kültürel atmosferin bir çıktısıdır. Batı tarihi ve düşüncesi olmasaydı, batı teknolojisi olur muydu? Uzaya, İncil okuyarak mı uydu gönderiyor bu adamlar? Ama İncil okuyan da çok. Bu ayrımları yapmak bu denli zor mu? Gel de, ahlak ve kültür denildiğinde aklı fikri tek bir şeye çalışanlara anlat…
Bir Türk asla rezil olmuyor ve kesinlikle istifa etmiyor
İşte Hollande ve diğerleri, sağduyulu açıklamaları, yüz küsur yıldır kaça kaça bir hâl olduğumuz o kültürün içinden yapıyor. Örneğin o kültür nedeniyle bir batılı siyasetçi ‘rezil olabiliyor’ ve ‘istifa’ edebiliyorken, bir Türk asla rezil olmuyor ve kesinlikle istifa etmiyor. O siyaset yapma biçimi nedeniyle batılı bir devlet başkanı, caniler için ‘Müslüman’ yerine ‘Fransız’ demeyi tercih ederken, bizim memleket evlatları bir katliam sonrası ‘Sünni’ vatandaşların öldürüldüğünü açıklayabiliyor. Üç beş oy daha alabilmek için aklını, muhalefet liderlerinin mezhepleriyle bozabiliyor.
Yurttaşımızın kaç milyonu, o katiller için ‘ellerine sağlık’ demiştir?
O kültür, Le Pen’i bir tehdit olarak görüyorken, topraklarımızın batı etkisinden pek çekinen muhterem kültürü, bulduğu hiçbir ırkçılık fırsatını kaçırmıyor. Bazı basın organları, Fransa’da on yedi kişiyi öldüren katilleri yere göğe koyamıyor. Sesi çıkan, duyup okuyabildiğimiz ırkçıları ve kendi inancından olan birileri katliam yaptığında ‘sosyolog’ kesilen şaklabanları bir yana bırakalım. Kültürüyle öğünmekten bitap düşmüş yurttaşımızın kaç milyonu, o katiller için ‘ellerine sağlık’ demiştir sizce? Asıl sorun bu ürkütücü tablo ve zihniyeti yaratıp besleyen kültürel/siyasal atmosfer değil mi? Bu insanların Fransa’daki katillerden farkı ve belki de ‘her birimizin’ şimdilik talihi, henüz ellerinde bir ‘Kalaşnikof’ olmayışı.
Her neyse, yazı çok uzadı. Örnek çok. Özetle; Citroen, Mercedes, Volvo marka araba kuyruğuna girenler, biraz da o bol hava yastıklı araçları üreten zihniyete merak duysaydı keşke. Belki o zaman, ‘gâvur icadı’ araçlarını kullanırken, kırmızı ışıkta durmalarını sağlayacak asgari bir ahlak duygusuna da sahip olurlardı.