
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Sinema
Seksenli yılların hemen başındayız… Harbiye ile Elmadağ arasında Dolapdere’ye inen yokuşun köşesinde bir sinema var. As Sineması… Yokuşun altındaki Marmara İletişim Fakültesi öğrencileri, dersten arta kalan zamanda soluğu sinemada alıyorlar.
Savaş ve savaş fotoğrafçılığı ilişkin ilk sarsıcı filmimi orada izlemiştim.

‘Under Fire’! Nick Nolte, Gene Hackman, Joanna Cassidy, Jean-Louis Trintignant… Oyuncu kadrosu yıkılıyor… Sinemadan çıkarken bir grup genç öğrenci; savaş muhabiri olmaya karar vermiştik!
Sonraki yıllarda da benzer filmler izledim. Özellikle Juliette Binoche’un ‘A Thousand Times Good Night’ filmi de benim için unutulmazlar arasındaydı.
Ancak her bahar olduğu gibi dostlarımla ‘sezonda gözden kaçanlar günleri’ni yaparken gerçekten çarpıldığım bir filmle karşılaştım ‘Civil War’ Türkçesiyle ‘İç Savaş’…
Belki aynı zamanda Susan Sontag’ın analitik eseri ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ı ilk baskısından yeniden okuduğum zamana denk gelmesi, filmin etkisini daha da arttırdı.
Yönetmen ve senaryonun sahibi Alex Garland sınırları zorlayan ve ödüle alışık bir yönetmen. Her yaptığı işte öyle ya da böle ödül jürileriyle karşılaşıyor.
Filmin görüntü yönetmeni Rob Hardy okullu ve BAFTA ödülü sahibi bir yönetmen olduğu gibi, özgün bir sinema diline de sahip…
Savaş fotoğrafçısı bir kadının hikayesinde böyle bir görüntü yönetmeni doğru seçim olmuş. Zaten Garland ile birbirlerinin sinema anlayışını iyi tanıyorlar.
Oyuncular Kirsten Dunst, Wagner Moura, Nick Offerman, Stephen McKinley’i birçok farklı filmden anımsamanız mümkün… Bunları sayıp satır işgal etmeyelim.
Çünkü film gerçekten üzerine düşünülmesi gereken bir yapıt.
Özellikle de barışın bütün dünyada kuşatma altında olduğu günümüzde…
Sahi dünyada konuşmalarına mikrofon tutulanlar büyük adamlar durmadan barış derken; dünyada çok uzun zamandır savaşın olmadığı bir zaman hatırlıyor musunuz?
‘Civil War’ savaşın dehşetini korkunç görüntülerle anlatırken, aynı zamanda anlamsızlığını ve insanı nasıl insanlığından çıkardığını da anlatıyor.
Simone Weill 1940’da yazdığı ‘The Iliad or the Poem Force’ ismini taşıyan makalesinde ‘Savaş, ona hizmet eden herkesi sıradanlaştırır’ der.
Günümüz ABD’sinde geçen film isyancılar ve otoriter hükümet yapısı arasında geçen ve bütün ülkeye yayılan bir savaşı anlatan distopik bir hikâye…
Filmde nedenini bilmediğimiz biçimde Amerika Birleşik Devletleri’nde baskıcı ve otoriter bir başkanı (Nick Offerman) devirmeyi amaçlayan ayrılıkçı Güney eyaletleri, Batı Güçleri ile savaşmakta. Hedef DC’deki ‘Beyaz Ev’dir.
Yukarıdaki fonun önünde, ünlü bir savaş fotoğrafçısı kadın ve ona öykünen genç bir kızın birbirine karışan kaderleri ve yol arkadaşlarıyla birlikte Amerika’nın bir ucundan öteki ucuna yaptıkları yolculuk anlatılırken; insanın önüne zor bir soru bırakıyor…
Savaşın bir galibi var mı gerçekten?
Açılış sahnesinde New York’ta bir intihar bombasının patlamasıyla sonuçlanan sokak hareketi, tanık olan iki gazetecinin gözünden anlatılıyor: ünlü fotoğrafçı Lee Smith (Kirsten Dunst) ve ortağı Joel (Brezilyalı çok yönlü oyuncu Wagner Moura).
Bu sezonun değerli tiyatro oyunlarından ‘Nazım’ın Kedisi’inde söylendiği gibi ‘Savaş acıdır… Acıtır Mestan… Bombalar ölüm yağdırır. Kapıları çalan açlık, sefalet olur. En çok çocuklar bir de analar vurulur. Haritalar yırtılır. Topraklar bölüşülür… Güce talip sapıkların oynadığı bir oyundur savaş…’
Garland‘ın senaryosu bizi güvende hissettiren her şeyin tersyüz edildiği bir dünya kuruyor ve dehşet veren bir gerçekçilikle başarıyor bunu…
Ancak büyük soruların çoğuna yanıt vermediğini de unutmamak gerek. Aslında tam olarak ne oluyor ve neden oluyor?
Bir ihtimalin dehşetiyle baş başa bırakıyor bizi ‘Civil War’.
Virginia Woolf Haziran 1938’de, savaşın kökleri üzerine kendi cesur ve pek de hoş karşılanmayan görüşlerini dile getirdiği Three Guineas adlı bir kitap yayınlamıştı. Bu kitaptan sonra ‘savaşı nasıl önleriz?’ diye soran bir okuruna Woolf, “Aynı savaş fotoğraflara baktığımızda aynı duyguları hissedip hissetmediğimiz konusu üzerinde duralım” der.
Kahpe bir savaşın kurbanı Onat Kutlar ustanın şiiriyle devam edelim: Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin / unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz / ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından / ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım / durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
Savaşı ekranlardan izlediğimiz günümüzde en kolay şey fotoğraflar ve görüntüler üzerinden ‘başkalarının acısına bakmak’ sanırım. Ta ki kapımız çalınana kadar.
Herkesin barıştan söz edip, savaşı sürdürdüğü bir dünyada; ümit bir ütopya mı?