ALPER HASANOĞLU
Benim babam iyi bir baba değildi. Daha doğrusu tipik bir Türk babasıydı. Oğluyla zaman geçirmek, ona sevdiğini fiziksel olarak göstermek, sarılıp öpmek, sevdiğini söylemek, özlediğini belli etmek, onun babalık olarak tanımladığı şeye pek uymuyordu sanırım. Hoşlanmadığı bir şey yaptığımda da bunu bana doğrudan söylemez, annem üzerinden mesaj gönderir, annemle kavga etmeme neden olurdu. Annem de birçok Türk anne gibi baba ve oğul arasında köprü vazifesi görmeye çalışır, aramızı bulmak isterken kendi kötü olurdu.
Babam iyi bir eş de değildi. Saçını süpürge eden annemi hiç takdir etmezdi. Bir kere bile özenle hazırladığı bir sofra için anneme “Eline sağlık hayatım!” dediğini anımsamıyorum. Annem de kocasından görmediği ilgiyi oğlunda aramış, beni kocasının yerine ikame etmişti. Bütün sıkıntılarını benimle paylaşır, babamı bana şikayet eder, aile apartmanımızda yaşayan babamın diğer akrabalarıyla yaşadığı sıkıntıları anlatırdı.
20’li yaşlarımda babama kızgın bir genç erişkin olarak ona iyi davranmamaya başlamıştım. Anneme iyi bir koca olmadığı için, bana iyi babalık yapmadığı için cezalandırmaya karar vermiştim sanki onu. Sorularına kısa ve ukala yanıtlar veriyor, herhangi bir konuda yardım istediğinde, önce tersleniyor sonra yardım ediyordum. Diyordum ki kendi kendime, “Önce bir yaptıklarının cezasını çeksin, sonra onunla oturup konuşacak ve ardından iyi bir baba-oğul ilişkisi kuracağım.”
Ben 26, babam da 57 yaşındaydı. Tarih 2 Temmuz 1993. Sivas Katliamı’nın olduğu gün. Değer verdiğim birçok insanın dışında, çok hoşlandığım bir ‘gazeteci bayan’* da Madımak Oteli’ndeydi. Gençlik işte, aynı anda birçok kadına âşık olabildiğim deli günlerim. Haber alamıyordum ondan. Çok tedirgindim.
Babam aniden ölmeye karar verdi o gün. Beyin kanaması geçirerek. Çok kızdım ona. Babama. Bencilce, bu kadar çabuk çekip gittiği için hayatımızdan. Kızgınlığım o kadar büyüktü ki, iki sene kadar üzülemedim öldüğüne.
Onunla karşılıklı iki bira bile içememiştik oysa. Bir meyhanede Türkiye’yi kurtaracak sohbetler yapıp kadeh tokuşturamamıştık. Birlikte maça gidememiştik. Sevgilimle ilgili hiçbir sorunumu ona danışamamıştım. Ya dışarıda arkadaşlarıyla idi ya da evde Cumhuriyet Gazetesi’nin arkasına saklanırdı. Meslek seçimimde herhangi bir yönlendirmesi olmadı hiç. Kızmadı bile bana bir gün olsun.
Sonra bir gün, bütün bunların eksikliğini hissettim aniden. Ona ne kadar ihtiyaç duymuş olduğumu, hâlâ ne kadar çok ihtiyaç duyduğumu. Kendi kendime ağladım, sorguladım kendimi. “Acaba”, diye sordum, “o bana yaklaşmaya çalıştığında, ne olursa olsun ben de yakınlık göstermeli miydim?” Beni bu çelişkiye düşürdüğü için de kızmaya çalıştım ona. Ama artık kızamıyordum.
Bir süre sonra İsviçre’de psikiyatri ihtisası yaparken, kendi eğitim terapimde çok konuştum babamı sevgili terapistim Lucas’la. Kabul ettim olan biteni; kendimi de, babamı da olduğu gibi kabul etmeyi öğrendim. Babamın yokluğunun bende yarattığı eksikliklerin ne olduğunu fark ettim. Bu eksikliğin bende yol açtığı, bana ve ilişkilerime zarar veren davranış ve düşünüş biçimlerini tanıyıp değiştirmeye çalıştım.
Ve sonra baba oldum. Onlarla başka türlü bir ilişki geliştirdiğimi umuyorum. Bunun böyle olup olmadığını onlar söyleyecek bana ileride. Şimdi ikisi de benim bu yazıyı yazdığım masanın yanındaki koltukta oturmuş, internette izledikleri bir videoya kıkır kıkır gülüyorlar. Uzanıp onlarda babamı ve annemi kokluyorum. İçimi hüzünlü bir sevinç kaplıyor. Hayatta hiçbir şey için geç değil, artık bunu biliyorum.
Babalıkla ilgili olarak bugün Milliyet Gazetesi’nde bir söyleşim yayınlandı. Şu linkten ulaşabilirsiniz.
Babalık ve Türkiye’deki baba ihtiyacı üzerine görüşlerimi paylaşıyorum.
Bütün oğulların babalar gününü kutlarım.
*Cemal Süreya’nın şu iki dizesine ithafen:
“Senaryocu bayanla bir bankta oturuyoruz
Keşke yalnızca bunun içişn sevseydim seni.”