![](https://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2021/03/bahadir-kaynak-kelle-e1619952630895.jpg)
BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
İktidarın Batı’yla ilişkilerinde geldiği son noktayı -biraz amiyane bir tabirle olsa da- herhalde başlıkta ifade edildiği şekilde açıklamak şu an için en uygunu. En son New York’ta Birleşmiş Milletler zirvesi dönüşünde Erdoğan’ın ağzından sinyallerini aldığımız bıkkınlık duygusu artık bir isyana dönüşüyor. İktidar, daha mutedil politikalardan sonuç olamayacağına kanaat getirmiş olmalı ki ipleri olabildiğince geriyor. Bize de kemerleri bağlayıp çarpışma pozisyonu almaktan başka çare kalmıyor.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Erdoğan’ın ABD’yle ve Avrupa’yla bu derece olumsuz bir noktaya savrulması kaçınılmaz mıydı?
Batı’yla sorunlarımızın tarihçesine burada tekrar girmeye gerek yok. Olayları geçtiğimiz kasım ayında Biden’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasından itibaren merceğe almak yeterli olacaktır.
İktidara yakın seslerin seçime giderken tedbirsizce saldırdığı Biden’ın ve ekibinin en az dört yıl dünyanın kaderine hükmedeceği anlaşıldığı noktadan itibaren Erdoğan bir iletişim kanalı açmak için çabalamaya başlamıştı. Ancak yeni başkandan aylarca beklenen telefon bir türlü gelmedi, liderlerin bir araya gelip konuşacağı bir zirve de ayarlanamadı. S-400’ler, F-35, Halkbank, Suriye, Doğu Akdeniz gibi bir dizi sorun heyula gibi ağırlığıyla bugünlere kadar taşındı. Bir türlü Batı’yla ilişkilerini düzeltemeyen hükümet, yabancı yatırımcının iyiden iyiye elini ayağını çektiği ekonominin baş aşağı gidişiyle sürekli bir oy kaybı sarmalına girdi. A planı, yani ABD ve Avrupa ile ilişkileri rayına koyup yola devam etme planının yürümeyeceği iyice anlaşıldı. Bunun üzerinde Erdoğan B planına, yani tekrar çatışma konumuna rücu etti.
A planı zaten çalışamazdı. İktidarın ana gövdesi her ne kadar daha pragmatik, konjonktüre göre esnemeye müsait bir yapıdan oluşsa da daha küçük ama daha etkili parçanın varlığında nihai bir uzlaşma zaten Kaf dağının ardındaydı. Trump’ın ardından ağırlığını iyice hissettiren ABD’nin kurumları ve Biden yönetimi belki de bunun için en başından beri bir anlaşma zemini aramaya yanaşmadı. Bir senelik bir bekleyişin ardından nihayet durumu kavrayan Ankara’nın da buna göre bir tutum aldığını görüyoruz. Ekonomiden, dış politikaya oradan oraya savrulan politikada yeni bir istikametin alametleri giderek daha görünür hale geliyor.
Albayrak’ın görevden alınmasıyla iş dünyasının beklentilerine uygun olarak daha geleneksel bir para politikası ve yüksek faizlerle en azından sıcak parayı tutarak dövizi dizginleme çabası bir sene boyunca iyi kötü uygulanmıştı. Bu hafta itibariyle bu politikanın sona erdiği söylenebilir. Erdoğan’ın senelerdir dillendirdiği faizleri indirerek enflasyonu düşürme ve ekonomiyi canlandırma vizyonu uygulamaya konuldu. Böylece avantası verilerek ülkede tutulan sıcak para da ülkeyi terk etmeye başladı. Erdoğan mevcut politikalarla döviz krizinin önlenebildiğini ama ekonomik durgunluğun sonucunda kaçınılmaz biçimde seçimleri kaybetmeye yol aldığını görmüş olmalı ki, son bir çılgınlıkla Türk tipi para politikası yönetimine geçildi. Yavaş bir ölüm yerine riskli de olsa cepheden vuruşma kararı alınmış oldu.
Hafta içinde Halkbank meselesinin başımıza bela olmaya devam edeceği de görülmüştü, ardından Türkiye’nin kara para aklamada gri listeye alındığı haberi geldi. Ama asıl sürpriz Osman Kavala’nın sonsuzluğa uzanan tutukluluğu üzerinden geldi. Aralarında ABD, Almanya ve Fransa’nın da olduğu 10 Batılı ülke uluslararası mahkemelerin kararına uyulması ve Kavala’nın serbest bırakılması çağrısında bulundu. İşin hukuki yanı bir yanda bu ülkelerin çıkışını da siyasi açıdan değerlendirmek gerekir. Zira gazeteci Deniz Yücel veya Rahip Brunson davalarında görüldüğü üzere Almanya veya ABD gözünü kararttığında ekonomik kaldıraçları kullanarak Türkiye üzerinde etki yaratabileceğini daha önce ispatlamıştı. Hayatiyetini sürdürmek için küresel finansman kaynaklarına ulaşabilmek zorunda olan hükümet istemeden de olsa geri adım atmak zorunda kalabiliyordu. Bu defa 10 ülkenin bir araya gelerek yaptığı çağrı bir yaptırım tehdidi içermemekle beraber Ankara’ya karşı net bir tutum anlamına geliyordu. Sanki Kavala’nın serbest bırakılmasını sağlamaktan çok hükümete karşı tutum alma niyeti daha belirgindi.
Bu bildiriyi yayınlayan 10 ülke, elde edeceği sonucun Kavala’yı özgürlüğüne kavuşturmak değil Erdoğan’ı tepki vermeye itmek olacağını bilmiyor olamaz. Burada belki de belirsiz olan cevabın şiddeti oldu. Hafta sonuna doğru piyasalara bayrak açmış hükümetin, üstüne bu 10 ülkenin elçisini ‘persona non grata‘ ilan edeceğini açıklaması, verilebilecek en sert tepki olarak nitelendirilebilir. Eskiden harp edilen ülkelerin sefirleri Yedikule zindanına kapatılırmış ama sanırım işi oraya kadar götürmeyecekler. Yine de günümüz koşullarında alınan tedbirin ağırlığı buna karşılık geliyor gibi görülebilir.
Şimdi, hafta başından itibaren piyasalarda ikinci bir şok dalgası yaratması ve Batılı başkentlerle aramıza ciddi bir mesafe sokması beklenen bu kararı Erdoğan’ın neden alıyor olabileceğini anlamaya çalışalım. Zira bir süredir uygulanmaya çalışılan tamir politikalarıyla tamamen çelişen bir adım bu. Neredeyse bir senedir ABD’ye ve AB’ye ‘Demokrasi diye tutturmayın da işimize bakalım‘ diyen iktidar neden şimdi kapıyı çarpıyor? Hükümetin B planı ne olabilir?
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Batı’yla ilişkileri tamir etme ve böylece ekonomiyi toparlayarak seçime gitme planını hayata geçiremeyen hükümet dümeni tam ters yöne kırıyor gibi görünüyor. ABD’ye ve Avrupa’ya cevabı en üst perdeden veren Erdoğan bir kez daha kamuoyundaki milliyetçi, Batı karşıtı dalgaya binerek hedefine varmayı planlıyor olmalı.
Eğer bu yöne gidilecekse bir kez daha beka kaygılarının köpürtülmesi, ‘İktidar eşittir devlet, ona karşı olmak ihanet‘ söyleminin canlandırılması gerekiyor. 17-25 krizini milliyetçi muhafazakar kitleyi etrafında kenetleyerek göğüsleyen Erdoğan bir kez daha elinde kalan bu tek çıkış yoluna doğru yöneliyor. Batılı başkentlerden gelen olumsuz seslere en üst perdeden cevap vererek kavganın işaret fişeğini de atıyor.
Görünen o ki Erdoğan Batı’yla ilişkileri tamir yönünde çabalardan umudunu kesti ve artık bu konuda adım atmayacak. Bunun doğal uzantılarından biri içeride gerilimin tırmanmasıysa bir diğer potansiyel hamle de Suriye’ye yapılacak yeni bir hamle olabilir. Ancak bu girişimin Suriye’deki dengeleri değiştirecek kadar kapsamlı olması Rusya ile de ABD ile de gerilimi tırmandıracağı için daha kozmetik bir operasyon olması beklenebilir.
Söylem düzeyindeki Batı karşıtlığının somut olarak çok fazla bir etki yapmaması, seçim yatırımı olarak algılanması mümkün. Ancak piyasaların bu kadar kırılgan olduğu bir dönemde bu tür gerginliklerin ekonomiyi vurması ve seçmenin bir numaralı önceliği iş ve aş meselesine etki yapması da beklenmeli.
Eğer ABD ve Avrupalı güçlerin artık Türkiye’deki iktidarın tutumundan yorulduğu, bir kan değişikliği istediği varsayımı doğruysa, bu hamleler süreci terse çevirmekten çok daha da güçlendirmeye yarayabilir. Finansal türbülansın şiddeti, ekmek kavgasındaki seçmenin milliyetçi söylemlere duyarsızlaşmasına yol açabilir.
Heraklitos’un dediği gibi, “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” ve bu defa izlenen kavgacı politikalar iktidarın umduğundan daha derin çalkantılara yol açabilir. Elçilerin ‘istenmeyen adam‘ ilan edilmesi sert geçmesi beklenen bir, bir buçuk senelik sürecin başlangıç noktası olabilir. Seçimlere kadar yüksek türbülanslı bir döneme giriyoruz gibi görünüyor.