
HÜRREM SÖNMEZ
@hurremsonmez
Yılbaşı, bayram, Anneler Günü, Babalar Günü gibi zamanları kutlayan çoğunluğa dahil olsam da eksikliklerin, eşitsizliklerin altını çizdiğini düşündüğümden özel günlerle aram pek de hoş olmamıştır aslında. Çocukluktan itibaren zihnime işlenen “Olmayanlar ne yapsın” cümlesi sebebiyle annemin bundaki etkisi büyüktür muhtemelen. Dünya görüşümün şekillenmesinde de annemin hep eşit ilişki kurmasının ve zor durumda olana daima şefkatle yaklaşmasına tanıklığımın katkısı olduğunu düşünürüm. Nadiren kar gördüğümüz şehrimize kar yağdığında “Odun kömür alamayan fakir fukara ne yapacak” demesiyle kursağımda kalan çocukça sevincim annem usûlü bir diğerkâmlık terbiyesiydi örneğin, yeterince nasibimi almışsam ne âlâ.
Annesiz ilk Anneler Günü’mdü. Yaşınız kaç olursa olsun yeryüzünde artık kimsenin çocuğu olmadığınızı bilmek, hayatınızın kalan zamanına sirayet eden ve geri dönüşü olmayan bir dönemeç; şairin dizelerini hatırlatan cinsten: “Hadi ömrüm, geriye doğru tara kendini / İlerde bir şey yok, gördün / Yüzünü rüzgâra dön yeniden / İyileşen sen değilsin, zaman” (B. Keskin).
Hatırı sayılır bir kısmını coşku ve hevesle yaşadığı hayatı ve neşesiyle çelişir bir şekilde sessizce gitti annem bu dünyadan bir sabah. Birlikte yarım asırdan fazla zaman geçirdiği babamın yanına defnedeli dört ay olmuş bugün.
Başa gelen tüm iyi ve kötü şeyleri toplumsal ve politik şartlardan azade “Alnına öyle yazılmış” diyerek kadere bağlayan annemin aksine; cinsiyetimizin, doğduğumuz coğrafi ve sınıfsal koşulların hayatımızı belirlemeye kabil olabileceğini aklımız yettiğince idrak edebildiysek, annelerimizin bilerek ya da bilmeden attığı tohumların bunda payı büyüktür sanırım. O koşulları değiştirme azmi ve mücadelesine, “Ben okuyamadım o okusun, ben gidemedim o gitsin, ben yapamadım o yapsın” cümleleriyle sundukları katkı gibi misal.
Bu coğrafyadaki kadınların şansının ve şansızlığının ne kadar göreceli olduğunu tekraren düşündüm annemden sonra. Çok istediği halde “Milli bayramlarda şort giyemez” diyen bir abisi ve onun sözünü dinleyen annesi yüzünden yarım kalan okuma hevesinden ötürü şanssız, kendi kızlarının, kız torunlarının eğitim aldığını görebildiği için şanslıydı annem. Koca dayağı yemeyen annem gibiler, hayat boyu şiddet gören ve hatta bazen öldürülen kadınlara göre şanslıydı, erkek olmanın kendilerine bahşettiği ‘özgürlüğü ve üstünlüğü‘ gönüllerince kullanan kocalarına rağmen.
Evladının bayrağa sarılı tabutu kapısına gelenlere, bir gün kapıdan çıkıp bir daha geri dönemeyen çocuğuna bir mezar taşı dahi dikemeyenlere, evladının bir kemiğini dahi bulamayanlara göre yıllarca cezaevi kapılarında görüş saati bekleyenler daha şanslıydı, “En azından hayatta” diyebildikleri için.
Gömüleceği bir karış toprak dahi çok görülenlerin, öldükten sonra dahi huzur verilmeyenlerin yanında, anamızın, babamızın mezarı tarûmar edilmediği için kendimizi şanslı hissetmeyi öğretti bu ülke bize. Ya da evlat acısı yaşamadan bu dünyadan gittikleri, meydanlarda yuhalatılmadıkları için şükretmeyi. Hiçbiri doğal olmayan ölümlere tanıklık ettikçe, doğal ölümler karşısında yasımızı içimizden yaşamayı öğrendik.
Annelerden geriye pek çok şey kalır; kolalı dantel örtüler, defter arasından çıkan tarifler, anne evi kokusu, özlem, pişmanlık, kimi zaman travma, çoğu zaman da derin bir boşluk. Yukarıda yazdıklarım karşısında nispeten şanslı bir evlat olarak anneme dair, ondan bana kalan iki sözcük seçecek olsaydım, tanıyanların hemfikir olacağı ‘merhamet‘i bir kenarda tutup ‘heves‘ ve ‘neşe‘ sözcüklerini seçerdim. Son birkaç yılına kadar büyük bir hevesle yaşadı zira hayatı, güzel olan her şeye heves ederek, hayatları aslında çok da kolay olmayan diğer pek çok kadın gibi çoğumuza mânâsız bile görünebilecek bir neşeyi muhafaza ederek.
Yaşama dair hevesleri diri tutmak konusunda pek o kadar başarılı olamasa da annelerinin tevekkülünü devralmayan bir kuşağın mensubu olduk biz. Annelerimizin, büyükannelerimizin, bizden öncekilerin, yaşadıklarının ve yaşayamadıklarının, beraberlerinde toprağa götürecek, onlarla gömülecek kadar içlerinde ukde kalan heveslerinin ‘şans, kader, alın yazısı‘yla açıklanamayacağını, dünyanın gidişatının mücadeleyle değişebileceğini idrak etmiş kadınların gücüne, dayanışmanın her gün biraz daha büyüdüğüne tanıklık etmek, neşeyi ve hevesi korumakta güçlük çektiğimiz şu ağır günlerin tesellisi olabilir.
Bu dünyanın gidişatının mücadeleyle değişebileceğine ve daha iyi bir yer olabileceğine inandıkları, yaşadıkları toprağın, ağacın, suyun hakkını aradıkları, baskıya karşı özgürlüğü savundukları için cezaevinde olan bazı anneler ve bazı evlatlar var bugün. Cezaevindeler çünkü inandıklarından vazgeçmeyenlere ağır bedeller ödetilen, tanıklık edenlere de gözdağı verilen bir ülke burası.
Gezi davasında verilen hukuksuz, hiçbir akla ve vicdana sığması mümkün olmayan kararla tutuklanan ve 25 Nisan’dan bu yana cezaevinde olan Can Atalay, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve 4,5 yıldır tutuklu bulunan Osman Kavala, Anneler Günü’nü de kutladıkları bir açıklama yaptılar: “Ya kin ve kibir baskın olacak ya da kardeşlik, eşitlik, özgürlük ve demokrasi kazanacak.”
Tarafları epey zamandır keskince görünür olmuş bir ayrışmada kini ve kibri temsil edenler, yargıdan medyaya kadar güçlerinin yetebildiği her şeyi hırsla seferber etse de kardeşlikten ve özgürlükten yana duranların haklı olmaktan gelen güçleri umut olmaya devam edecek. En temel yurttaşlık haklarına sahip çıkanlar hapiste yatarken, düne kadar bu karanlık iklimin en ateşli savunucusu olanlarla aynı karede gülümseyebilenlerse kendi durdukları yeri düşünecekler. Tarafımız, kibrine yenilip yönünü şaşıranlardan, güçle şımaranlardan değil, “Gerekirse alnımızın akıyla yatar çıkarız’ diyenlerden yana olacak daima.
Annemle başladım yine öyle bitireyim. Şöyle derdi hep: “Ne oldum değil, ne olacağım demeli insan, Allah kimseyi şaşırtmasın.”