• ROTA
  • 9 SORUDA
  • DİKEN ÖZEL
  • GÜNÜN 11’i
  • DİKENLİK
  • AKŞAM POSTASI
  • VPN HABER
  • ENGLISH

Diken

Yaramazlara biraz batar!

  • VİTRİN
  • AKTÜEL
  • EKONOMİ
  • ANALİZ
  • DÜNYA
  • MEDYA
  • KEYİF
  • YAZARLAR
  • SANAT
  • SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK

‘Ama canım işçiler de…’ ya da ‘orta sınıfların hakemliği’

20/02/2022 20:43


DAĞHAN IRAK

[email protected]

@daghanirak

Türkiye toplumu söz konusu olduğunda orta sınıflara (tek bir orta sınıfa değil) her zaman özel bir parantez açmak gerekir. Zira, ülkemizde orta sınıflar yalnızca tarihin farklı dönemeçlerinde aldığı pozisyonla değil, aynı zamanda farklı toplumsal düzen denemelerinde durduğu yer itibarıyla da Türkiye’de neyin, neden, nasıl olduğunun kara kutusu gibidir.

Yaşadığımız dönem, AKP’nin tüketim, borçlanma ve ahbap-çavuş kapitalizmi temelli ekonomi politikalarının kaçınılmaz olarak duvara çarptığı, bunun sonucunda özellikle pandemi koşullarında görevi kritikleşen hizmet sektörü işçilerinin hak arayışlarının ciddi etki yapmaya başladığı bir dönem. Yakın zamanda bunun en net örneği, Yemeksepeti’nde patronun sendikasızlaştırma ve düşük ücret politikalarına karşı verilen direnişti. Şimdi ise Migros depolarından başlayan direniş, gündemde kendisine yer buluyor.


Bugün, Türkiye’nin orta sınıflarının belli katmanlarının bu direnişlere göre aldığı pozisyonu, daha makro ölçekli bir sosyopolitik perspektifle biraz tartışmak istiyorum. Çünkü, ilerleyen dönemde ülkede yaşanacaklar açısından bu katmanların aldığı/alacağı tutum belirleyici olabilir.

Her şeyden önce, neye ‘orta sınıflar‘ dediğimizi tartışalım. Biliyorsunuz, klasik sosyal sınıflar literatüründe orta sınıflar, diğer sınıflar gibi üretim araçlarıyla, emek ve sermayeyle olan ilişkilerine göre tarif edilir. Lâkin, bizimki gibi sosyal sınıfların reddiyesine dayanan siyasal-toplumsal projelerin baskın olduğu, buna karşın modernleşmenin yarım ve zayıf kaldığı ülkelerde, modern toplumdaki sosyal tabakalaşmalar, toplumsal bilinç düzleminde çok daha flu bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu da, zaten yapısı gereği geçiş noktaları biraz belirsiz olan orta sınıfların tarifini iyice zorlaştırıyor. Kaldı ki özellikle 2008 Küresel Krizi sonrası, orta sınıflarda giderek hızlanan prekârlaşma, bu sınıfın bilhassa alt katmanlarını işçi sınıfından ancak sosyokültürel faktörlerle ayrılabilir hâle getirdi. Meselenin iyice karıştığı yerlerden biri de burası.

Türkiye’de orta sınıfların tarifi, yalnızca üretim ilişkilerine göre yapılsaydı, herhalde özellikle 1980’lerden itibaren işçi sınıfına doğru kayan, aslında proleterleşmesi beklenebilecek dev bir katman ortaya çıkardı. Ancak, Türkiye’de bu proleterleşme, çok kısıtlı alanlarda karşımıza çıktı. Türkiye tarihinin en önemli toplumsal hareketlerinden Gezi dahi, orta sınıfın işçi sınıfıyla ortak bir mücadele hattı kurmasını sağlayamadı, bu nedenle de uzun vadeli etkisi söylem düzeyinde kaldı. Dolayısıyla ülkemizin orta sınıflarını yalnızca üretim ilişkileriyle tanımlamak yetmez; hem tarihsel hem de dönemsel olarak farklı ilişkilerin ışığında tanımlamak gerekir.

Cenk Saraçoğlu’nun çok sevdiğim eseri ‘Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler‘e referans vererek söylemek gerekirse, Türkiye’de orta sınıfların en önemli tanımlayıcılarından biri, şehirle kurduğu ilişki. Şehirlilik, yalnızca şehirde yaşamak anlamına gelmiyor; zira 1950’lerden itibaren yaşanan köyden kente göç, şehirliliği belirleyen farklı toplumsal dinamiklerin altını çiziyor. Bu dinamiklerin, Türkiye modernitesinin fay hatlarının üzerine kurulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira, Modern Türkiye’nin kuruluşundan beri çözülemeyen, Cumhuriyetin kurucu projesinin yarım kalmasına da neden olan ‘köy sorunu‘, çok partili dönemdeki politikalarla ‘kent sorunu‘na dönüştü. Türkiye’deki toplumsal ve siyasal çatışmanın adı rahatlıkla ‘kentte yaşayan köylüler ile kentte yaşayan kentlilerin ihtilafı‘ olarak tanımlanabilir. Bunu sınıf literatürüyle açıklamak tamamen mümkün de değil; zira, tüm köylülerin Endüstri Devrimi sonrası Britanya’sında olduğu gibi şehre göçtükleri an işçi sınıfına dahil olduğunu varsayamıyoruz. Modern Türkiye’nin kuruluşu, Hamidiye Katliamları ve Ermeni Soykırımı’yla başlayıp 6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964 sınırdışılarına kadar ulaşan sistematik bir Türkleştirme-İslamlaştırma harekâtıyla paralel düzlemde gelişiyor. Bu sürecin içinde muazzam servet transferi ve Anadolu’nun farklı köşelerinde anî zenginleşmeler var. Yapılamayan toprak reformu ve modern projeye teğellenen aşiret sistemi var. Burjuvalaşmadan zenginleşen bir üst sınıf var Türkiye’de. Bu durum, sosyal sınıfların salt ekonomik tariflerini imkansız kılıyor.

Bu durumda, aziz dostumuz Pierre Bourdieu’ye rahmet okuyoruz yine mecburen. Daha önce duymayanlar için kısa bir özet geçeyim; Bourdieu, Marksizmin klasik sermaye tarifini alıp elden geçiriyor, sermayenin farklı türlerinin olması gerektiğini, ekonomik sermayenin yanında sosyal ve kültürel sermaye tiplerinin de olduğunu, bunların birbirine dönüştürülebildiğini ve bunların toplamının toplumsal eylem, söylem ve stratejilerde belirleyici olabildiğini öne sürüyor. Bu kadar kısa ve yüzeysel bir tarif yaptığım için okuyucu da Bourdieu de beni affetsin, rahmetlinin kitaplarının özellikle Heretik Yayınları tarafından Türkçe de yayınlandığını hatırlatayım, barışalım.

Yukarıda tartıştığım meseleyi buraya bağlayacak olursak şayet, Türkiye’nin yarım, eksik ve hatta hatalı modern projesinde, kültürel sermayenin orta sınıflar açısından rolünü tartışmak gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Cumhuriyetin kurucu projesinde sosyal sınıfların reddiyesi, aslında tüm toplumun devasa bir şehirli orta sınıf olarak yeniden dizayn edilmesi projesine dayanıyordu. Endüstriyelleşmenin hızlı olduğu ve farklı kültürel faktörlerin daha az karmaşık olduğu bir ülkede, dahası coğrafi olarak daha küçük bir ülkede bu başarılabilirdi belki. Ancak tıpkı çağdaşı Sovyetler Birliği gibi Cumhuriyet Türkiyesi de köylü bir topluma şehirli bir projeyi önerirken, ‘köy sorunu‘nu nereye koyacağını bilemedi. Dahası, ‘köy sorunu‘nun etnik ve dini çatışmalarla iç içe geçmiş olmasına işe yarar çözümler üretmekte de başarısız oldu. Bunun neticesi olarak köylü çoğunluk, kurumsal siyasetin seçimli ayağının tamamen çoğunlukçu bir düzlemde belirleyicisi oldu. Yenilgiye uğrayan modern proje ise varlığını sivil ve askeri bürokrasi üzerinden ‘rejimin sigortası‘ olarak uzun süre devam ettirdi; tâ ki 2010 referandumu sonrası tasfiye edilene ve AKP’nin parti-devlet rejiminin içinde tamamen eriyene kadar.

Diğer taraftan, modern projenin yenilgisi, Türkiye toplumunun şehirli orta sınıf olarak yeniden dizaynını engelledi ama hâlihazırda var olan şehirli, orta sınıfların o projenin bir nevi prototipi olarak kendine özel bir yer bulmasını engelleyemedi. Osmanlının son döneminden itibaren kültürel sermayenin hızlı bir birikim gösterdiği büyük şehirler, ekonomik sermayesi olmayan ama kültürel sermayenin kontrolünü elinde tutan yarı burjuva yarı proleter, üç aşağı beş yukarı Bolşeviklerin ‘burjuva uzmanlar‘ dediği kitlelere ev sahipliği yaptılar. Toplum ve rejim açısından, neyin makul ve makbul olduğunun referansı bu toplumsal katmanlar olageldi. Bu açıdan, bu katmanların kendisi de kendisini rejimin bir nevi hakemi olarak görmeye başladı. 1950’lerden itibaren yaşanan hızlı köyden kente göç dalgasıyla bu katman, kendisinden daha arkaik ama çok daha organize ve işlevsel ilişki ağlarına sahip ‘köylü çoğunluk‘un sosyal sermayesinin gücüyle burun buruna geldi. O tarihten itibaren, Türkiye’deki siyasal çatışmaların büyük bölümü bir tarafın kültürel sermayesiyle, öbür tarafın sosyal sermayesinin çarpışması biçiminde gelişti. 1980 darbesi sonrası, Özal döneminde bu çelişki, üretici-tüketici çelişkisi olarak yeniden biçimlendirilirken, 2000’lerden itibaren AKP’nin hemşehrilik ve din merkezi ağları kurumsal siyasete katarak, ‘köylü çoğunluk‘u daha önce kimsenin başaramadığı kadar etkili örgütlemesiyle beraber, on yıllarca süren çatışma, açıktan bir ‘kültürel savaş‘a dönüştü. AKP’nin kendi burjuvazisini yaratma projesi de, yine kültürel sermaye eksikliğine takıldı (Bu konuları çok yüzeysel geçtiğimin farkındayım, bu yazıyı eziyete çevirmektense, ileride daha geniş tartışma niyetindeyim).

Bu durumun günümüzdeki işçi direnişleriyle ilişkisine gelirsek… Giderek yoksullaşan, üretim ilişkileri açısından (ama sınıf bilinci açısından değil) proleterleşen şehirli orta sınıf, işçilerle yoksulluk üzerinden empati kuramıyor değil aslında. Ancak iki taraf arasında giderilemeyen kültürel çatışmalar var. Bu çatışmaların çok farklı eksenleri var; kimlikten dine, oradan üretici-tüketici çelişkisine kadar uzanıyor. Tek bir cümlede özetlersek, orta sınıfın bu katmanları, mücadele eden işçiyi kendi dengi gibi görmüyor, astı olarak görüyor. Kendisine mal ve hizmet sağlamakla ‘yükümlü‘ insanların, kendisine yakın hayat standartlarına sahip olmasından çekiniyor, hatta korkuyor. Burada Accardo’ya referansla, orta sınıfların hegemonik eğilimlerinden de bahsetmek gerekir. Orta sınıflar için temel varoluş paradigmasının ‘sınıf atlamak ancak sınıf düşmemek‘ olduğunu söyleyebiliriz.

Bu bağlamda, üst sınıfın varlığı, orta sınıflar adına daha bir yaşam ihtimali için bir piyango bileti anlamı taşırken, alt sınıflar, içine düşülebilecek bir çukur anlamı taşır. Dahası, kendisine üretim ilişkileri içinde biçtiği rol tüketici ya da müşteri olduğundan, işçilerin üretim araçlarına müdahale ederek hakim düzeni değiştirmeye yönelik eylemlerinden rahatsızlık ya da korku duyar. Bütün bunlar, orta sınıfların emek-sermaye çelişkisinde sermayeden tarafa meyletmesine neden olur. Türkiye gibi orta-alt sınıf ilişkilerinin siyasallaştığı ve kimlikleştiği bir ülkede, bu durum, orta sınıfların proleter eylemliliklere cephe almasına yol açabilir.

Türkiye’de son birkaç yıldaki işçi eylemliliklerine, orta sınıflardan zaman zaman yükselen utangaç ve apolojetik itirazları bu şekilde açıklamak mümkündür. Geçtiğimiz yıl, CHP’li belediyelerde işçi grevleri olduğunda, sosyal medyada ‘aldığı parayı beğenmeyen işçiler‘e yönelik epeyce sert çıkışlar olmuştu, hem de işçilerin talep ettiği maaş, yoksulluk sınırından bir hâyli aşağıda olmasına rağmen. “Doktorla işçi nasıl aynı maaşı alır?” tepkisinin doktorların az maaş almasından ziyade işçilerin onlarla eşit hayat koşullarında yaşama ihtimaline olan tepki olmasına dikkat etmek gerekir.

Bu bağlamda, orta sınıfların sınıfsal defans hattı, patronun yardımına otomatik olarak koşar. Kendisini tüketim gücü ve kültürel sermaye üzerinden tanımlayan Türkiye’nin orta sınıfları, işçi sınıfını eşit yurttaşlar olarak değil, kendilerinden daha kötü hayat koşullarında, daha emek yoğun çalışarak onlara hizmet sağlamakla ‘yükümlü‘ hizmetkârlar olarak görme eğiliminde. Bunu zaman zaman mevcut kurumsal siyaset çatışmaları üzerinden meşrulaştırır. Muhalefet belediyelerinde hak aramak ya da alkollü içki üreten bir patrona karşı eylem yapmak, ‘AKP’nin oyununa gelmek‘tir mesela. Bu argümanın alt metni olan “İşçiler, bu tip siyasal hinlikleri okuyamaz, alet olur, ben orta sınıf olarak kül yutmam, bana yediremezler” snobluğu da ayrıca dikkat çekici.

Mevcut Migros eylemlerinde de yine benzer tavırların karşımıza çıkması şaşırtıcı değil elbet. İşçilerin, patron Tuncay Özilhan’ın evinin önünde eylem yapması, “Canım, işçiler de grev yapsın ama milletin evini de basmasın” tepkilerini neredeyse sibernetik bir hassasiyetle ortaya çıkardı. Burada orta sınıf mensuplarının, emek-sermaye çelişkisinde (hiç de tarafsız olmamalarına rağmen) kendini hakem görüp neyin meşru olup olmadığının sınırlarını çizmeye çalışması önemli, hem işçi eylemliliğinin sınırlarını işçiye dikte etmesi, hem de patronun badigardlığına soyunması açısından… Orta sınıfların kendilerini işçiyle değil patronla yakın görmesi pek tabii ki sonunda kendilerinin kazıklanmasına neden olan bir ilüzyonun neticesidir, yine de fazla değişmeden kendini tekrar eder.

Orta sınıfların hegemonik eğilimleri de olan ikirciklilikleri, toplumsal açıdan Türkiye’yle epeyce bir paralelliği olan Sovyetler’de de bir sorundu, hatta ‘kültürel işlere alışık uzmanları burjuvazinin elindeki bir cihaz olmaktan kurtarıp, işçi sınıfının yanında yer almaya ikna etme‘ meselesi 1919 yılındaki Rus Komünist Partisi kongresinde uzun uzadıya tartışılmıştı (referans için ‘Yazarların ve Sanatçıların Gözüyle Lenin‘, Yordam Kitap).

Türkiye solu ise bu meseleyi deşmekte genelde biraz zorlanıyor, çünkü 12 Eylül sonrası kurumsal sol yapılar, işçi eylemliliklerinden ziyade entelijensiyanın idealizmiyle yürür oldu (bu bir yere kadar kendi kabahatleri de değil). Solun kafasında genelde idealize edilmiş, hatta stereotipleşmiş işçi figürleri var, bunların aldığı tavırlar, yaptığı eylemler de yine tahayyül düzleminde algılanıyor. Bu ciddi bir sorun, zira işçi sınıfını örgütlemesi beklenen yapıların, işçiyi tanımaması, onunla aynı toplumsal pozisyonda olmaması gibi bir durum var. Bu durum, genelde iyi niyetle kotarılıyor, ancak örgütleme kapasitesini de çok kısıtlıyor. Mesela, AKP’nin din üzerinden örgütleyebildiği işçileri, sol yapıların birçoğu nasıl ikna edebileceğini bilmiyor. Yer sofrasında nasıl oturacağını bilemeyen köy öğretmeni gibi sâkil ve dışarlak kalıyor. Kaldı ki, kendi içindeki farklı kimliklerle bile nasıl başedeceğini bulabilmiş değil henüz, son dönemde Türk solunun, dindar Kürtler üzerinden HDP’yi dışlama ve bin beş yüzüncü ‘Kürtsüz sol ittifak‘ denemelerine girişmesi bunun bir örneği, ama bunu daha sonra daha uzun tartışırız.

Sözün özü; orta sınıflar, kendi bilinçlerini prekârlaşan üretim ilişkilerinden değil, kendi tarihsel ve kimlik temelli ayrıcalıklarından referans alarak oluşturduğu sürece, habitusları onları kaçınılmaz olarak patronların savunmasına taşıyor. Birayı üreten fabrikanın sahibiyle kurduğu kültürel ilişkiyi, o birayı üreten, şişeleyen, depolayan, taşıyan, satan ile kuramıyor. İşin ucu, “Bak içki üretene karşı ayaklandılar, demek ki kesin AKP” gibi sığlıklara çıkıyor. Orta sınıflar, netice olarak, elindeki koftiden piyango bileti kendisine sınıf atlatacak diye kendi çukurunu kazıyor, kendine karşı yapılan sömürünün sigortası oluyor. Kültürel sermayesinin kendisine uçsuz bucaksız bir bilinç sağladığını düşünüyor, ancak o bilincin aynı zamanda kendisini sefil eden hâkim düzenin devamını getirdiğini göremiyor.

Orta sınıfların bu sorununu çözmesi mümkün olur mu bilemiyorum. Ama işçi eylemliliklerin meşruiyetini, orta sınıfların hakemliğine bırakmanın yanlışlığı ortada…

Filed Under: Agora

Tüm yazılar: Dağhan Irak

SON HABERLER

Uzmanlar TÜİK’i ‘suçüstü’ yakaladı: Haziran verileri hatalı mı?

İktisatçılar, haziranda aylık enflasyon artışını yüzde 4,95 olarak … Devamı...

Boğaziçi davası: Özel kalem müdürü, ‘abluka’ suçlamasını boşa düşürdü

Boğaziçi Üniversitesi’ne Prof. Dr. Melih Bulu’nun rektör atanmasıyla … Devamı...

‘Milletin sofrasındaki ekmeği çaldınız’ sözü TÜİK’e ağır geldi: CHP’li Altay’a dava açtı

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), açıkladığı veriler nedeniyle eleştiriler … Devamı...

İtalyan Alplerinde buzul kütlesi koptu: Altı ölü, dokuz yaralı

İtalyan Alplerinde, dün gece buzul kütlesinin kopması sonucunda en az altı … Devamı...

Binali Yıldırım sahnede Murat Dalkılıç’ın boşluğunu doldurdu, ‘kulakların pasını sildi’

AKP Genel Başkanvekili Binali Yıldırım, Erzincan'daki festivalde Murat … Devamı...

Ankara’nın seğmen kıyafeti tescillendi

Ankara Büyükşehir Belediyesi, Türk Patent ve Marka Kurumu'na başvurarak … Devamı...

Yapay zeka suçun işleneceği yeri önceden tahmin edebildi

ABD'de suç oranlarını ve yerini tahmin edebilen yapay zeka modeli … Devamı...

Türkiye, Haiti devlet başkanı suikastının zanlısını iade etmedi

Türkiye, Haiti Devlet Başkanı Jovenel Moise suikastına karıştığı iddiasıyla … Devamı...

Özdağ’ın ‘iç savaş’ çıkışı İçişleri’ni kızdırdı: Suç duyurusunda bulunacağız

İçişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Çataklı, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit … Devamı...

170 yıldır göz önündeydi; yeni keşfedildi

Britanya'daki Kraliyet Botanik Bahçesi Kew'da, 170 yıldır 'göz önünde' olan … Devamı...

Bir koyun olarak, ‘O adaya oy vermem’ dememin ne anlamı var?
‘Soğuk Savaş bitti’ demediniz mi?

Ara

DİKEN’İ TAKİP EDİN

Osman Kavala 1706 gündür hapiste

YAZARLAR

Oyun büyük yeğen

Bahadır Kaynak

Neden bu kadar öfkeliyiz?

Psk. Dr. Feyza Bayraktar

Sedat Peker meselesi ve içine düştüğümüz sefalet

Levent Gültekin

Türkiye demokrasisinde siyasetçilerin halktan uzaklaşmaması mümkün mü?

Murat Sevinç

AKP neden oy kaybediyor?

İhsan Dağı

Cüneyt Arkın’ın ardından: Baş ucundaki ekmeğe bakarak uyumak

Azime Acar

Başka bir Cüneyt Arkın: Oğlum, İkinci Yenicilerle düştük kalktık biz gençliğimizde

Mustafa Dağıstanlı

GÜNÜN 11’İ

Arif Kızılyalın: Görünen o ki altılı masa artık tüm konularda anlaştı

Hasan Basri Yalçın: NATO’nun içi boşalacak gibi duruyor

Mustafa Karaalioğlu: Son anda bir mutabakatsızlık enerjiyi alıp götürebilir

Can Ataklı: Cumhurbaşkanlığı helikopteri AKP’li yöneticiler için dolmuş görevi yapıyor

Rahmi Turan: İktidar, hala ‘Durumu bizden başka kimse düzeltemez’ havasında

Murat Muratoğlu: Neden sendikalar var?

Şeref Oğuz: Asgari ücret enflasyonu azdırır

Aziz Çelik: Asgari ücretin 1970’lerdeki düzeyi korunsaydı

Remzi Özdemir: Politikacılar ortaya çıkıp enflasyon bütün dünyanın sorunu diyecekler

İbrahim Kahveci: Asgari ücrete zam yapılmasının tek nedeni var

Alaattin Aktaş: Bir iktisat teorisini daha alt üst etmeyi başardık!

Elliot Page paylaştı: Pasaport fotoğrafımı seveceğim hiç aklıma gelmezdi

Mandalar günün dört saatini nehirde geçiriyor: Amaç süt verimini artırmak

Yeni Zelanda tartışıyor: Nereye s*çacaklar?

Yanlışlıkla hesabına maaşının 330 katı yatan işçi kayıplara karıştı

Kırşehir’in ‘koku vadisi’ ziyaretçilerini bekliyor

Ödünç aldığı oklarla beş madalya kazandı

Hakemden hakeme yeşil sahada evlenme teklifi

Ölmeden önceki son dileği gerçek oldu: Atıyla, kaldığı merkezin bahçesinde buluştu

Beş kez ikiz babası oldu: Çocuklarını yalnız büyütüyor

  • VİTRİN
  • AKTÜEL
  • EKONOMİ
  • ANALİZ
  • DÜNYA
  • MEDYA
  • KEYİF
  • YAZARLAR
  • SANAT
  • SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
  • AGORA
  • DİKEN’E TAKILANLAR
  • BİRİNCİ SAYFALAR
  • GÜNÜN 11’i
  • AKŞAM POSTASI
  • BU GAZETE…
  • DİKEN 5 YAŞINDA
  • KÜNYE
  • İLETİŞİM
  • E-mail
  • Facebook
  • Google+
  • Pinterest
  • RSS
  • Twitter
  • Vimeo
  • YouTube

"Genç gazeteci arkadaşlarıma! Bu meslek yorucu bir meslektir. Ama, insan büyük bir zevkle çalışır. Kalemine daima efendi kal, uşak olmamaya gayret et. Mecbur kalırsan kır, sakın satma." Sedat Simavi