SELİN GÜREL
@selingurel_
Film eleştirmeni Selin Gürel Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal için yarışan on yapımı Diken için yazıyor. Bu ilk yazıda dün gösterilen ‘Bir Umut’ ve ‘Hara‘ var.
Bir Umut: Yaralı erkeklerde son perde

Yönetmen: Ümit Köreken
Sinemamızda henüz olmak istediği kişi olamamış, yaralı erkeklerin hikayelerine ne kadar sık rastladığımızı düşünürken; olmak istediği kişi olamamış, yaralı kadınların dünyalarına da bir o kadar nadir girdiğimiz çıkıyor ortaya.
Bu kadınları daha sık izleyebilseydik dahi, erkek versiyonlarındaki rol dağılımının onlara kısmet olmayacağı aşikar. Örneğin, herhangi bir filmde çocukluk travmalarını atlatamamış, hep bir yanı eksik kadınların yetişkin hayattaki tökezlemeleri, yol boyunca onları sırtlayan erkeklerin baba yerini dolduran pışpışlamasıyla yumuşatılsa nasıl olurdu? Tek kelimeyle ‘değişik‘.
Bağımsız Amerikan sinemasında bile bu kadınlar yapayalnız, hayatla baş edemeyen, dengesiz, histerik ve hatta kötücül olarak çizilirken (Young Adult, 2011), bu tablonun yerel bir nitelik taşımama ihtimaliyle teselli buluyor insan. Belki de sorun bizde değildir, belki de bu evrensel bir yaralı erkeklik sorunudur.
Antalya’da Ulusal Yarışma’nın ilk filmi olan Bir Umut’ta da bu anlamda alışık olduğumuz bir erkek portresi izliyoruz. Anne travmasını aşamamış yetişkin bir erkek olarak, kendisini anne gibi sahiplenen bir kadınla evli olan Umut’un aynı anda farklı yerlerden gelen darbelerin altında kalışının öyküsü bu.
Yukarıda anlatılan sebeplerden, yaralı olmanın sinemamızda ‘hikaye değeri taşıdığı’ bir denklem kuruluyor. Filmde eşi Asiye’nin sunduğu konfor alanında hayata küsmüş biri olarak yaşama lüksüne sahip Umut’un başına gelenlerin, onu kıyısından köşesinden bir Dardenne Kardeşler karakterine çevirmeye çalıştığı sahneler izliyoruz.
Çıkışsızlık, öfke, ifade edilemeyen yoğun duygular ve acı tesadüflerle yoğrulan birkaç gün, adının yarattığı çağrışımın tersine Umut’u yiyip bitiriyor. İçindeki takdir edilmek isteyen, öfkeli çocuğu olduğu gibi dışarı salan karakterin en isabetli anları kendini farkında olmadan annesine kanıtlamaya çalıştığı sahneler. Bu anlamda asansör önemli bir araç olarak kullanılmış. Ümit Köreken’de de Dardenne’ler olmak isteyen bir yönetmenlik anlayışının izleri okunuyor, ancak filmde karakterleri yeterince tanımadığımız için yaşadıkları büyük patlamaların altında büyük boşluklar buluyor, özellikle birkaç günde geçen bir hikâye için karakter inşası çok değerli olan dakikaların boşa harcandığı sahneler izliyoruz.
Bu hikâyeyi Asiye’nin veya Umut’un annesinin gözünden izlemek çok daha ilginç bir deneyim olabilirdi. Bir kez de eşinin erkeklik onuruna zeval gelmesin diye çırpınan bir kadının veya oğlunu hiç sevmemiş bir annenin dünyasına girsek, karşı kıyıya oradan baksak…
Hara: Bir aile ütopyası

Yönetmen: Atalay Taşdiken
Hara’da, 90’lar Hollywood’unun çocuk başrollü, masalsı aile filmleri formülü Türkiye’ye özgü bir efkar duygusuyla buluşuyor. İşçisiyle, veterineriyle, hizmetlisiyle herkesin kocaman bir aile gibi yaşadığı bir çiftliğin altın kalpli sahibesini kaybedişiyle başlayan hikaye, hiç görmediğimiz geçmişi, ailenin ve aile değerlerinin her an kutsandığı bir cennet duygusuyla çevreliyor. Toplumsal sınıfların görünmez olduğu, erdemli karakterlerin karşılıksız bir yoldaşlık duygusuyla hareket ettiği bu cennet imgesi, resme giren soğuk ve yabancı yeni kraliçeyle tepetaklak oluyor.
Ancak arka plan o kadar basit değil. Filmin masalsı tarafının sınıfları eşitleyen, rüya gibi bir büyük patron imgesini beslemesi, çekirdek ailenin dahi tek başına kendini gerçekleştiremeyip daha büyük, idealist bir aile hayaline evrilmesi, bireyci kapitalizminse filmin kötüsü olarak konumlanması filmin köşeli yönlendirmeleri arasında başı çekiyor.
Masalın iki sevimsiz karakteri var. Çiftliği kapamak isteyen, eski ev sahibesinin yeğeni / yeni kraliçe (Dolunay Soysert) ile çiftlikle ve ölen ev sahibesiyle derin bir gönül bağı olan veterinerin (Serkan Ercan) sevgisizlikten şikayetçi eşi (Nehir Erdoğan) benzer bir keyif bozan statüsünü paylaşıyor.
Yönetmen Atalay Taşdiken, filmin genç kahramanı Beste ile atı arasındaki bağa seyirciyi inandırma konusunda bir sorun yaşamazken, karakterler arasında başlattığı çalkantıları ya yanıtsız ve temelsiz bırakıyor ya da herkesin gereken dersi aldığı, karton bir gösteriye dönüştürüyor. Beste’nin annesini sevgisiz bir evliliğin içine hapsolmuş bir kadın olarak çizmek isterken, bir yandan da babanın tüm duygu ve travma yükünü hikayeye boca edip anneyi anlayışsız ve bencil bir iş kadını temsiline mecbur bırakması en hafif ifadeyle rahatsız edici.
Melike’ye yüklenen, Amerika’da kimsesiz büyümek ve başarılı olmakla ilişkilendirilmiş sevimsizliğin de benzer şekilde işaret ettiği keskin bir taraflılık söz konusu. Masumiyeti ve azmiyle tüm bu düğümleri çözmesi gereken Beste’nin hem anne ve babasını yeniden birleştirmesi hem de çiftliğin ve çok sevdiği atının satılmasını engellemesi gerekiyor. Filmin tüm çatışmaları, maddiyatla maneviyat arasındaki bu çizgide seyrediyor.
Yarışmanın henüz başında olsak da, eski dostlukları kutsama ve unutulmuş değerleri hatırlatma iddiası taşıyan Hara’nın en fazla insanın içini ısıtan bir pazar sabahı filmi olma hakkını saklı tutmak gerek.