ALTAN SANCAR
altansancar@diken.com.tr
@altansancarr
Dünya zor bir kışa hazırlanırken, her gün dünyanın farklı bir coğrafyasından isyan, protesto ve kanlı eylem haberleri geliyor.
Kış ayları ile birlikte ve özellikle 2023’ün gelmesi ile sokak hareketlerinin artacağı, bu hareketlere katılanların ve hareketlere karşı duranların karşılıklı zorun gücünü de kullanabileceği konuşuluyor. Dünya bir ayaklanma çağının arifesinde mi? Tarihinin en kritik seçimlerinden birine gitmeye hazırlanan Türkiye olası ayaklanma çağından nasıl etkilenecek?

Tüm bu soruların cevabını Paris 8 Üniversitesi, ENS, Cenevre Universitesi’nde dersler veren, ‘Kırılgan Sapmalar-Sokak Mukavemetleri ve Yeni Başkaldırılar’ kitabının yazarı Doç. Dr. Engin Sustam’a sorduk.
2023 yılı için dünyada sokak hareketleri yılı olacağına dair öngörüler söz konusu. Dünyada keskinleşen ekonomik aşağı gidiş, özgürlük endeksinde gerilerde yer alan ülkelerin bundan daha sert etkileneceği gibi tahminler var. Siz bunlara katılıyor musunuz?
Bu sadece 2023’e ait bir durum değil, daha öncesinde ‘Kırılgan Sapmalar Sokak Mukavemetleri ve Yeni Başkaldırılar’ adlı çıkan kitabımda şunu söylemiştim: “Duyumsadığımız bir dünyanın sınırlarına dayandık ve beklenilmeyen bir ayaklanmalar dizininin baharındayız.” Şimdi önemli liberal teorisyenler ABD hegemonyasının artık yerini Avrupa hegemonyasına devrettiğini ve Ukrayna savaşıyla birlikte bu yeni dönemin konumlanışında bir dizi krizin özellikle gaz, enerji, tahıl ve ekonomik krizin bir şekilde kendini daha çok baskın kılacağı; bunun ABD, Avrupa ve Rusya’da etkin olacağını söylemekte. Sanırım bu durum ya da devamlılaşan bu kriz siyaseti, 2008 kriziyle başlayarak Arap Baharını, Geziyi, Avrupa ayaklanmalarını ve mesela Suriye totaliter rejimi karşısında Rojava devrimini ortaya çıkarmıştı.
2023’te özellikle Türkiye gibi toplumsal muhalefetin inanılmaz bir şiddetle bastırıldığı, neredeyse bir dikta rejimine ramak kalındığı, savaş siyasetiyle yaşayan bir yönetimin olduğu bu zamanda, elbette krizden en sert şekilde etkilenecek ülkelerden biri Türkiye sanırım. Son zamanlarda insanların artık ‘illallah’ yani ‘yeter artık’ dediği ve geleceklerinin elinden alındığı böyle bir zamanda, Türkiye’den Avrupa’ya olan genç kuşağın göçünden ise hiç bahsetmek istemiyorum.
Bu anlamıyla savaş siyaseti hariç despotizm, ırkçılık ve ekonomik dar boğaz, enflasyon konusunda en sert şekilde yıpranan Brezilya’ya da pek benziyor Türkiye. Ondan belki de toplumsal barışın tamamen lağvedildiği Türkiye gibi ekonomik-politik olarak daha kırılgan olan ülkelerde, daha ciddi boyuta varacak olan küresel ekonomik krizin etkileriyle sokağın bir ayaklanma baharıyla kucaklaşması kaçınılmaz görünüyor. Keza önümüzde birikmiş bir öfke, patlamaya hazır aşağıdan gelen muhalefet dalgası var. Kürt sorununun kangren durumunu ise hiç unutmadan söylüyorum bunu.
Hatırlarsanız, Santiago sokaklarındaki son eylemlerde Mapuça yerlilerinin bayrağıyla kurulan insan piramidinin bir zombi duvarını anımsatması, eyleme akan insan çokluğunun giderek artışı sahnesi belki de son zamanlardaki eylem dalgalarının en önemli imajlarından biriydi. Önümüzdeki dönemde sanırım dünyanın bütün güncel sorunlarıyla birlikte paralel hareket edecek olan sistemsel, toplumsal ve politik patolojilerin patlaması mümkün duruyor.
Zaten son üç senedir dünya sokakları yeni bir muhalefet dalgasına şahit. Bugünkü dünya kapitalizminin başka bir boyuta evrildiğini biliyoruz, ama aynı şekilde şu an neredeyse dünyada birçok ülkenin otoriter liberal sistemle yönetildiği bir zamandan geçiyoruz, görünen o ki dünyanın haleti ruhiyesi tam da beklenilmeyen ayaklanmalar dizinine dahil olabileceğimize işaret ediyor.
Sokak hareketlerini dünya genelinde ne gibi durumlar tetiklemekte?
Sanırım ilk soruda olan her şey, yani baskı, yoksulluk, rant, despotizm, ekonomik kriz, iklim değişikliği, emeğin değersizleştirilmesi, borçlandırma, şiddet (toplumsal, devletsel, kurumsal, eril, vs.), işsizlik, prekarite, güvencesizlik, ekoloji, sömürgecilik, militarizm, anti-demokrasi dinamikleri, faşizm, ırkçılık, vs.
Başkaldırılar ve sokak mukavemetleri kapitalist sistemleri eleştiren muhalefet tutkusunu işaretlerken, şu ana kadar olan neoliberal toplumun temellerini artık dönüştürme isteğinin açık bir tepkimesi gibi geliyor. Bu konuda en son ünlü liberal teorisyen Fukuyama’nın dedikleri hafızamızda hala tazedir. İşsizleşen, gelecek garantisi olmayan öznelerin, fakirlerin yaşamlarındaki risk boyutlarının önemine bağlı olarak, ekonomik güvensizlik olayları ve borçlandırma sistemi, aynı şekilde toplumsal ve politik güvensizlik içine doğan kuşakların oluşmasını, herhangi bir direnç karşısında kırılganlık riskinin artmasını sağlar.
Ekonomik, politik ve toplumsal alanlardan dışlanma durumu güvensizlik veya yoksulluk alanlarıyla etkilediğinde, toplumsal alanda öznelerin içinde oldukları kurumsal yapılara karşı direnç artar ve ‘ezilenler’ hoşnutsuzluklarını daha açık şekilde sokakta şiddete rağmen ifade ederler. Sosyal güvensizlik, ekolojik yıkım, yoksullaşma, baskı ve şiddet bugünün başkaldırılarının temel sebepleri olsa da tüm sosyal durumun şu an içinde olduğumuz sistemlerin tahakkümünden kaynaklı yıkıcı kırılganlığının etkisini unutmamakta fayda var.
‘Risk artık bir tehditten çok daha fazlasını ifade ediyor’
Dünya genelinde yayılan bir kriz havası söz konusu. Ekonomik olarak bu derinden hissedilmese de dünya genelinde tabiri caizse ‘huzursuzluk’ hakim. Bunun temelinde ne var?
Ulrich Beck Risk Toplumu kitabında Çernobil Felaketinden beri süreklileşen kapitalist dünyadaki yeni bir kriz yönetiminden bahsetmekteydi. Ulrich Beck’in analizleri, bugünkü toplumun değişimi olarak teşhis ettiği şeyler hakkında düşünmenin anahtarlarını sunuyor. Çünkü eskisinden daha tehlikeli bir dünyada yaşamıyorsak da endüstri zamanında bir çatışma dünyasında yaşıyorken, risk artık bir tehditten çok daha fazlasını ifade ediyor.
Servet dağılımının bu kadar eşitsiz boyuta vardığı, kapitalizmin bile kendi içinde bir muhalefet yaratma ihtiyacı duyduğu bu kapitalizm çağında artık her kış ve yaz mevsimi baharlara şahit olmadan bir bunalım, borçlandırma, yıkım risklerinin dağılımına gebe hale geldi.
Post-Covid döneminde son Ukrayna savaşı, doğalgaz, petrol ve tahıl krizini dikkate alınca veya en son ABD’nin Tayvan’da Çin ile çıkardığı diplomatik krizi, Türkiye’nin ısrarlı Suriye’ye girme ve işgal siyaseti, yiyecek ve su krizini, aşırı küresel bozgunlukları (Brezilya’nın yağmur ormanlarına müdahale etmek istemesi), aşırı fakirleşme, kuraklık ve işsizlik ve iklim değişimini düşününce pek de parlak bir dünyada olduğumuz söylenemez.
Sadece umut etmek açısından, bu ‘huzursuzluk’ hali aynı zamanda başka bir imkânın oluşmaya başladığını gösteriyor olabilir. Dünya Bankası Ukrayna’daki savaşın, daha yüksek enflasyona ve daha sıkı finansal koşullara yol açacağından bahsederken, kapitalist pazar açısından küresel büyümenin 2021’deki yüzde 5,7’den 2022’de yüzde 2,9’a düşebileceğinden bahsediyordu. Ki bu durum 2008 krizinden daha güçlü şekilde herkesi etkileyecek potansiyelle geliyor.
Ukrayna savaşı, tarım-gıda ürünlerinde dünya ticaretini alt üst edecek şekilde ve bağlı olarak enflasyonist baskıları daha da artıracak. İşte bu durum birçok ülkede ayaklanmaları ve gıda ile su krizlerinden ve işsizlikten kaynaklı başkaldırıları ortaya çıkarabilir. Bunun için birçok gelişmiş ülke pazarı, ulus-aşırı şirketler kırılgan ekonomilere sahip ülkeler, Fransa gibi krizi süreklileşen gelişmiş ülkeler de ayaklanma potansiyelinden tedirginler.
‘Faşizm döneminin ruh haline çok benziyor’
İçinde bulunduğumuz toplumsal havada Covid-19 sürecinin nasıl bir etkisi var?
Covid ya da pandemi sanırım birçok patolojiyi daha görünür kıldı. Bu anlamda komploculuğun fantezilerine düşmeden diyebilirim ki tam da 20’nci yüzyıl başındaki İspanyol gribi ve dünya krizinin etkisiyle gidilen 1929 kriziyle yükselen İkinci Dünya Savaşı faşizm döneminin zamanına ve ruh haline ne yazık ki çok benziyor.
Covid sadece sağlık krizini ortaya çıkarmadı. İçinde olduğumuz dünyanın nasıl kırılgan bir siyaset, toplumsallık ve ekonomide olduğunu da göstermesi açısından tuhaf gelen bir durum. Keza Covid zamanı sadece toplumsal travma ortaya çıkmadı; işsizlik arttı, ayrıcalıklı sınıfların konumu ortaya çıktı. Diğer yandan bir denetim mekanizmasına yerleşen iktidar ağlarını da görünür kıldı ve en önemlisi ulus-aşırı şirketler ve devletler açısından finansal bir üst belirlenmesi olmasından kaynaklı sanırım yarattığı sosyal maliyetler dikkate değerdi.
Sosyolog Bruno Latour her kitabında nerdeyse varoluşsal sorular soran ve ‘dünyanın kaderindeki’ ekolojik duruma işaret eden bir düşünür. 1984 yılında yazdığı ‘Mikroplar, Savaş ve Barış’ kitabının yazarıyla France İnter radyosunda geçen yıl yapılan bir video röportajda Covid’in yarattığı post-travmatik toplumsallıkta bu krizden yararlanmanın yollarını bularak anında kurulan negatif bir söylemin pek dışında ‘tersine, her şey berbat değil’ demekteydi.
Yani yine de umut var. Bu durum gösteriyor ki Covid sadece bir virüs olarak değil, yaşamı ve küresel anlamda seyir eden kapitalist toplumsal yasaya karşı da başka türlü bir siyaset ve gelecek yaratmanın önemli duraklarından biri olarak öne çıkıyor.
Türkiye’yi sokak hareketleri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Neredeyse 1990’lardan sonra oluşmaya başlayan, sanki ‘yeraltından’ çoğalan dalgalanmalar tüm dünyada Wall Street Hareketi, Porto Alegre, Cenova, Paris, Tahrir, Rojava, Gezi Parkı, Brezilya, Şili, Tahran, Beyrut ya da İspanya veya küresel şirketlerin güvensizlik kodlarına karşı direnen diğer coğrafyalar ve dünyadaki birçok sosyal forumun işaret ettiği bir durum var. Dünyanın artık bu sistem ve yönetimlerle katlanabilir bir halde olmadığı.
‘Hükümet kontrol edemeyeceğini kavradığı için asker siyasetine öncülük veriyor’
Türkiye de son on yıllık liberal-otoriter deneyimiyle bunların dışında hiç değil. Biraz önce belirttiğim şey bir ironi değildi Türkiye’ye dair. Belki birçok kişi durumun vahametini aşmak için sosyal medyada hükümet karşısında inanılmaz bir ironiye başvuruyor olabilir, despotik patoloji karşısında. Ama Türkiye sadece en kırılgan alan değil, bu kadar şiddet, baskı, rant, borçlandırma, aşırı vergilendirme, enflasyon, alım gücünde düşüş, Kürt sorununda savaşta ısrar, militarizm, mafyalaşmanın, adaletsizliğin, işsizliğin hat boyutta olduğu yer olarak sanırım sosyolojik ve politik olarak sokağın en sert dalgalarının olabileceği alan gibi duruyor.
Hükümet artık kontrol edemeyeceğini ve sokakta muhalefeti baskılayamayacağını kavradığı için daha fazla polis, teknik gözlem, kameralar, dronlar, sivil ajanlar, asker siyasetine öncülük vererek (mahalle bekçileri, muhtarlar, SADAT gibi sivil paramiliter gruplar, vs.) denetimi daha da artırıyor.
Baskılar karşısında itiraz biçimlerinin de değiştiğini görüyoruz…
Bunu en basitinden söyle gözlemleyebiliriz; hükümet Kürt direnişi ve Gezi karşısında nasıl bir şiddet ve hukuksuzluk dalgası oluşturdu, son altı yıldır hepimiz şahidiz. Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Osman Kavala, Gezi davası tutukluları, salıverilmeyen hasta tutsaklar, binlerce tutuklu öğrenci vs… Mısır’daki iktidarı deviren ortak direnişin ihtivası, Türkiye’de sistemi yerinden oynatan Gezi Direnişi, sadece “öfkelilerin” sistem karşıtı ayaklanması değildi. Yeni bir toplumsal muhalefeti de işaret ediyor, özellikle geleceği elinden çalınan genç kuşakların bu yeni tip başkaldırı formlarında etkin olması kaçınılmaz gibi duruyor.

Diğer yandan artan ve normalleştirilen ırkçılığı ise unutmamak lazım. Türkiye’de son on yıldır daha da yoğunlaşan zıtlaşma siyaseti ve otoriterleşme dinamiği yönünü Kürtlerle birlikte şimdide Alevilere, Arap ve Afrikalı göçmenlere çevirdi. Irkçılığın artışı, sağın yükselişi, agresif devlet yönetimi, farklı hayatlara müdahale, ahlaki önyargılarla örülmüş iktidar-aile ve toplum söylemleri, toplumu kamplaştıran dilsel linç kültürü ve neo-ırkçı ittihatçılık gibi yapılanmalar elbette sokağa yönelen yeni muhalefeti de hazırladığını gözlemleyebiliriz. Açık konuşmam gerekirse bu sadece şu an ki iktidar ortaklarıyla alakalı da değil, AKP karşıtı grupların Suriyeli göçmenlere karşı acımasız ve yabancı karşıtı nefretin kusulduğu linçlere dahil olması, farklı azınlık ve toplumsal cinsiyet kimliklerine yönelik süreklileşen şiddet ve nefret söylemlerin sosyal medyada ve kamusal alanda görünür olması, elbette sadece iktidar karşıtı olarak okunamaz.
Özellikle Türkiye gibi kırılgan geçişlilikleri olan belirli coğrafyalarda kendini işgal ve savaşla gösteren yeni otoriterliğin baskıcı dili, bir yandan Kürt meselesi gibi kangren olmuş politik bir sorunu çözemiyorken, diğer taraftan farklı siyasal-toplumsal kabullere karşı tahammülsüzlük göstermesi, ekolojik tahribat, aşırı militaristleşen toplumsallığın riskleri ve ekonomik bunalımla toplumsal ve siyasal kriz daha da derinleşiyor. Bu belki toplumsal muhalefet ve sokak açısından önemli bir kalkışma analizi olabilir lakin diğer yandan ekleyelim ki şiddetin genelleşmesini de sağlayan bir sivil paramiliterleşmeye de izin veriyor. Ondan ben hep idealize edilen Gezi’den daha çok geleceğe bakan bir Gezi direnişinin ne yarattığını kurcalamak gerektiğini söylemekteydim.
Türkiye’de sokağı konuşacak isek sol ve kadın hareketlerini de sormadan geçemeyeceğim. Türkiye’de keskin bir ekonomik aşağı gidiş var, ancak sola daimî olarak “Sokağı örgütleyememe” eleştirisi getiriliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de sol hareket elbette 1970’lerdeki gibi değil, birçok değişim yaşadı. Ama her şeyden önce temel bazı dinamikler hala nostaljiden ve otoriter particilikten, ideolojik klişeden öteye geçemeyip yeni dönem ayaklanan özneleri, kuşakları okuyamıyor ya da küçümsüyor.
Türkiye solunun alanlarda etkin olmamasını sağlayan 1980 darbesi gibi bir durumun yarattığı yenilginin de etkisidir. Fakat öte yandan milliyetçi hissiyattan kurtulamamış Kemalist sol okumanın da etkisinin olduğunu biliyoruz.
1990 itibariyle Sovyet tarzı örgütlenme modellerinin, ideolojilerin artık kapitalizm karşısında söz sahibi olamaması da başka bir neden. Özellikle muhafazakâr Marksist örgütlenmelerin yeni dönem toplumsal muhalefeti ya da direniş biçimlerini okuyamaması sorunun cevapları arasında. Kaldı ki bu sorunun yüzlerce farklı nedene bağlı cevabı var.
Yeni direniş alanlarında ortaya çıkan direnen özneler, öfkeli kalabalıklar partilere, onların dikey, eril, otoriter ve sert örgütlenmelerine inanmıyorlar.
Şili’de son ayaklanmayı hatırlatmak isterim. Neo-liberalizm burada başladı burada bitecek diyen çoklu dinamikler tam da post-Sovyet döneminin direniş özneleriydi. Yani tamamen muhafazakâr solun bütün ideolojik bakışından uzak başka bir yerden kuruyorlar yaşamak istedikleri dünyayı.
Türkiye’de kadınların, Kürtlerin, LGBTIQ+ örgütlenmelerin sokakta daha görünür olmasını sağlayan sanırım biraz da bu eski geleneksel yapılanmalardan ayrı otonom örgütlenmeleri ve başka deneyimlere daha açık olmaları. HDP bu konuda eleştirilebilecek birçok durumu olmasına rağmen farklı bileşenleri yan yana getirmesi açısından ‘başarılı’ örneklerden biri gibi.
Açık konuşmak gerekirse Türkiye’de solun büyük bir kesimi ne kadın özgürleşmesini ne maddi olmayan emeğin sömürüsünü ne de toplumsal alanda esamesi okunmayanlar görünürlülüğünü ya da eril kimliğe karşı LGBTİQ+ örgütlenmelerini, ekolojik hareketin etrafında yatay ve çapraz şekilde yeniden oluşan grupların, öznelliklerin, yapıların çalışmalarını takip edemiyor. Kendi klasik müfredatının pek dışına çıkmıyor,
Merkezî olmayan, hiyerarşik olmayan ve özerk bir şekilde örgütlenen bütün yeni gruplar, çokluklar toplumla, sermaye, emek, teknoloji ve doğa arasındaki ilişkiyi sorgulamaya devam ediyor. Yeni bir muhalefetin tam da yaşamın içinden, gündelik hayatımıza dokunan yerden kurulması gerektiği, hayatımıza dokunan otoriterliğin sorgulandığı vurgusunun öne çıktığı aşikâr.
Son sorum konumuzun biraz da dışında olacak. Türkiye açısından çizdiğiniz bu tablo karşısında iktidar olmak isteyen bir parti Türkiye’de topluma ne vermeli?
Bu soru benim açımdan listesi uzun, cevabı zor bir soru ama diyebilirim ki krizin bu kadar küresel olduğu bir zamanda iktidara gelecek bir gücün ilkin Türkiye’nin temel sorunlarıyla ilgilenmesi gerektiği çok açık. Bunlardan en önemlileri toplumsal ve siyasal adaletin sağlanması, kronikleşmiş ‘Kürt sorununun’ çözülmesi ve işgal siyasetinin terk edilmesi, Ermeni soykırımıyla yüzleşilmesi, kadına yönelik şiddete karşı İstanbul Sözleşmesi gibi önemli toplumsal sözleşmelerin kadınlara devredilerek yasa babında müdahalelerin yapılması, ekolojik krize yönelik toplumsal ekolojiye önem verilmesi, cezaevlerindeki siyasi tutsakların koşulsuz serbest bırakılması, toplumsal kutuplaşmaya yönelik yeni bir diyalog dilinin kurulması, toplumsal cinsiyete yönelik pedagojik eğitimin okullara konulması, okulların demokratikleştirilmesi, kayyum siyasetinin terk edilmesi, ırkçılık ve nefret söylemi karşısında tedbirlerin alınması, siyasetin demokratikleştirilmesi, toplumun demilitarize edilmesi..
Her şeyden önce on yılda yaşanan toplumsal patolojinin sağaltılması ve Türkiye’nin demokratik bir coğrafya olması için iktidara gelecek gücün kendi milliyetçi, eril ve devletçi klişe duruşunu terk etmesini, bu katmanlı patolojinin ve şiddet kültürünün yok olmasını sağlaması için olağanüstü siyasal ve toplumsal barışı kurmasını arzu ediyorum.