MURAT SEVİNÇ
Biraz uzun bir yazı olacak, affola…
Değerli Oya Baydar,
hiç tanışmadık. Romanlarınızı okudum. Gazete yazılarınızı da kaçırmamaya çalışıyorum. ‘Tam bir mektup olmayan’ bu mektupta size ‘sayın’ demek yerine, ‘hanım’ sözcüğüyle seslenmeyi tercih edeceğim. Diğeri çok yapay geliyor ve hemen her zaman hiç ‘sevmediklerim’ için kullanıyorum!
Oya Hanım,
mektubumun birden çok gerekçesi var. Son yılların atmosferine, boğucu koşullardan kaynaklanan sertlik, ayrışma ve berbat eleştiri diline duyduğum tepki. ‘Yetmez ama evetçiler’ ve ‘düşmanları’ üzerine bir kez daha söz söyleme isteği. Sizi eleştirmek. Sizi eleştirenleri eleştirmek. Sizi ve eleştirenlerinizi bir kez daha anlamaya çalışmak. Size haksızlık yapıldığını düşünmek. Çok sevdiğim, saydığım bir edebiyatçıya, belki savruk bulunacak sözcüklerle seslenmek. Yetmez ama evetçilerin de onlara sayıp sövenlerin de üslubundan sıkılmış olmak.
Neden size yazıyorum peki bunları, diğerlerine değil? Edebiyatçısınız, kadınsınız, benim hocalarımın solcu kuşağındansınız; yazılarınız da, iyi, olgun ve anlayışlı bir insanın yazıları. Katıldıklarım da, katılmadıklarım da. Kabadayı ve maço dilden, az gelişmiş memleketin taze soğanlarından sıdkım sıyrıldı. Bir de tabii, son yazınız nedeniyle. T24’te, “Bu kadar kin ve nefreti içinizde nasıl barındırıyorsunuz?” sorusunu yöneltmişsiniz.
Oya Hanım, 2010 yılındaki anayasa değişikliklerine ‘Evet’ oyu verdiniz. Yedi buçuk yıl geçti aradan. O ‘evet’ oyu için işitmediğiniz hakaret kalmadı. Siz ve diğerleri. O tarihte, ‘Evet’ oyu vermenin hata olduğunu düşünüyordum, hâlâ aynı kanıdayım. Kabul edersiniz, yetmez ama evetçilik, etkisi evetçilerin sayısından çok daha büyük olan bir kampanyaydı. ‘Evet’ oyu verenler, yalnızca bir oy vermedi. Yıllara yayılan desteğin bir anıydı, 12 Eylül 2010 tarihi. Burada, ne o desteğe ne de 2010 değişikliklerine uzun uzadıya değineceğim. Mümkün olmadığı gibi, yararı da yok. Sonuçta bana kalırsa o gün ‘Evet’ oyu verenler, o günlerde Cemaat’in sırtladığı siyasal İslamcıların orta ve uzun vadeli hesaplarına/niyetlerine azımsanmayacak bir katkı sunmuş oldu.
Bu cümleyi kurar kurmaz duraksıyorum. Çünkü böylesi genellemeler, olup bitenin nedenlerini anlama çabasında sığlığa mahkum olma riskini barındırıyor. Yüzde 50 küsur ‘Evet’ çıktığı için bu hale gelmedik elbette, ama ‘beraber yürünen’ yola döşenmiş en iri taşlardan biriydi 12 Eylül oylaması. Ben, 2010’da Mülkiye’de anayasacıydım. Değişiklikle üzerine çok sayıda eleştirel gazete yazısı ve bir de SBF Dergisi’ne ‘kronik’ yazmıştım. Derslerde de maddeler üzerinden giderek, değişikliğin yöneldiğini düşündüğüm ‘asıl amacı’ anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘asıl amaç’ ifadesinin, ‘niyet okuma’yı çağrıştırdığının farkındayım. Doğru, niyet okuyordum ve pek muteber bir tavır değildir bu. Buna mukabil, niyet okumak sık yaptığım bir şey. Çünkü ‘dürüstçe’ ve ‘gerekli’ bir niyet okumanın, kanaat oluşturabilmek için çok gerekli olduğu kanısındayım. Niyet okumaktan kastım, (örneğin bu bir değişiklik hakkındaysa) bir hükmün ‘yalnızca’ lafzından (sözünden) hareketle yorum yapmak yerine, oluşma koşulları ve amacına bakarak değerlendirmek. Aksi halde, bizim alanlara hiç gerek kalmazdı ve her hükmün yüzüne bakılıp ‘iyi’ ya da ‘kötü’ sözcükleriyle yetinilirdi. Oysa bir anayasa (ve hatta yasa) değişikliği, tarihsel yorum yapmadan, değişikliğin her aşaması göz önünde bulundurulmadan ele alınamaz. Neden yapılıyor? Nasıl yapılıyor? İçeriği? O içeriğin tarihsel serüveni? Kimin yaptığı? Kimin ne tepki verdiği? Hiçbiri ihmal edilmemelidir. Bu yüzden ben ve ‘benim gibi’ düşünen kimi anayasacılar, akademisyenler, “Değişikliklerin büyük bir kısmı ilerleme sayılır ancak belli ki bütün olarak, AYM ve HSYK için yapılıyor” diyorduk. Bunu söylemek için elimizde başta TBMM Tutanak Dergisi olmak üzere güçlü gerekçeler vardı. Örneğin, İslam inancına göre ‘imanın altı şartından’ biri ‘HSYK’ye iman’ olmadığına göre, Pensilvanya’daki zatın “Keşke ölüler mezarlarından kalkıp evet oyu verseler” deyişi, herhalde pek olağan bir destek kabul edilmezdi! Ancak o günlerde ‘hoca efendileri’nin neresini öpeceklerini bilemedikleri için, böylesi yazılar yazdığımızda epeyce tepkiyle karşılaşıyorduk. Örneğin bana, “Sen din düşmanı mısın, ne diye muhteremle uğraşıyorsun?” şeklinde tepki mesajları, e-postaları vs. gelirdi. Türkiye matrak bir yer, yıllar sonra bu organizmalar, bizi üniversiteden attı! Her neyse, konu bu değil kuşkusuz…
Diyeceğim, o değişikliklerin ‘derdini’ anlamak için kötü niyetli okumalara gereksinim yoktu hakikaten. Yani, Cengiz Çandar’ın benim gibi düşünen ve yazanlar için sarf ettiği hakaretler çok gereksizdi, münasebetsizlikti. Siz de herhalde fark etmişsinizdir, anlaşılması güç ve AKP’lilerde dahi olmayan bir zafer sarhoşluğu yaşandı ‘bir kesim’ yetmez ama evetçide. Af buyurun, onlarınki ahmakça bir mutluluktu.
12 Eylül oylamasında yalnızca ‘Evet’ çıkmadı Oya Hanım. Milliyetçiliğe teşne siyasal İslamcılar, çok önemli engelleri, hangi yöntemlerle aşabileceklerini, neyi nasıl kullanabileceklerini de hakkıyla kavradı. Yargı, bir daha dikiş tutması imkansız şekilde ele geçirildi. Dağılmama ihtimali yoktu artık ve nitekim üç beş yıl içinde çöktü. Cemaat bürokrasi içindeki yerini sağlamlaştırdı. Bizler de hem AKP’liler hem de sevdalılarından işittiğimiz hakaretlerle kalmış olduk!
Daha önce de yazdım; yetmez ama evetçiler de, hayırcılar da, boykotçular da homojen değildi. Örneğin ben de o kadar ‘Hayır’ yazısı yazıp sonunda ‘boykotçu’ oldum! Gerekçelerimi yazmıştım Radikal’de. Farklı gerekçelerle boykot eden de vardı. Bugün, “Keşke ‘Hayır’ oyu verseydim, daha tutarlı olurdum” diyorum, örneğin. Evetçiler de bir örnek değildi elbette. Siz ve tanıdığım pek çok isim hakikaten daha demokratik bir anayasa (ki lafzına bakılırsa değişiklikler demokratikti) için ‘Evet’ oyu verdiniz. Ancak yetmez ama evetçiler içinde, yine bir kısmını tanıdığım sahtekârlar, çıkarcılar da vardı ve yıllar içinde onlar da layık oldukları yerde, iktidar eteğinde hizalandılar. Hizalanmayı kendilerine yediremeyen kimi uyanıklar ise bu dönemi ‘suskunluk’la geçiştirmeye çalışıyor; hangisi daha süfli bir davranış bilemiyorum. Haliyle, herkese aynı muamelenin yapılmasını da akıl ve ahlak dışı buluyorum. Burada şunu söyleyerek bitireyim: Her ne kadar AKP’lilerin dünyasına aşina olsam da, inanın ben bile bazen “Vay be” diyorum. Hakikaten, aynı siyasal akımın ne kendilerinden önceki ne de Ortadoğu’daki temsilcilerine tam olarak benziyorlar. Eşsiz, benzersiz bir yapıyla, insanlarla karşı karşıyayız.
2010 böyle geçti; verilen oylar, yıllar içinde biber gazı ve bolca şiddet olarak döndü bizlere. Peki, her fırsatta yetmez ama evetçilere sövmeyi marifet bilenlere ne demeli? Yukarıdaki gerekçelerle ‘kızgınlığı’ ve ‘eleştiri’yi anlamak mümkün. Ama o dönem verilen desteği ‘tüm kötülüklerin anası’ haline getirmek nasıl bir tarih okumasıdır ve nasıl bir kindarlıktır, anlamak güç. Bu konuda daha sonra yine yazacağım için, uzatmayacağım; şu kadarını hatırlatmakla yetineyim: Siz bu adamların 2007 ve 2008 süreçlerini bir kez olsun eleştirdiklerine tanık oldunuz mu? Bir anayasacı olarak iddia ediyorum, 367 saçmalığı ve AKP hakkında açılan kapatma davasındaki iddianame rezaleti, Türkiye’ye 2010 değişikliklerinden çok daha büyük zarar vermiştir. AYM’nin prestiji yerle bir oldu, AKP’nin oyları yüzde 47’ye fırladı ve 2007 anayasa değişikliklerine zemin hazırlandı, ki o anayasa değişikliği, bugünkü perişanlığımızın ilk büyük adımıdır. Neden bu yetmez ama evetçi avcıları, o günleri hiç anmaz? Sahi bu insanlar, üniversitelerde türban yasakları gibi zırvalar sürerken ne yazardı, ne söylerdi, ne yapardı? Ben o esnada üniversiteydim ve yasaklarla da mücadele edenler, karşı çıkanlar, örneğin bugün Kürt meselesi hakkında yazıp çizen, başını derde sokan insanlardı zaten. O günlerin sünepeleri ve sol içindeki ‘uyanıklar’ı, o gün de bugün de son derece konforlu bir yaşam sürüyor. Zaten, özellikle büyük/köklü üniversitelerimizdeki ‘tadında Marksistlik’ sohbetleri, olabilecek en konforlu korunaklardan birini sağlıyor, cennet vatanımızda.
Oya Hanım, biraz dağınık olacağını söylemiştim tam bir mektup olmayan mektubumun, öyle de oluyor!
Türkiye’deki özeleştiri kültürü yoksunluğunu, özür dilemenin küfür gibi algılandığını siz benden daha iyi bilirsiniz. Kişisel olarak, ne pek çok saçmalığın müsebbibi olan ulusalcıların ne de ‘ulusalcılık karşıtlığı’ndan garip bir dünya görüşü türeten evetçilerin, derli toplu bir eleştiri ve özeleştiri yapacağından umutlu değilim. Belki ileride bir gün, ancak şimdi olmayacak bu. Yazınızda söz ettiğiniz acımasız ve kin dolu, öfkeli dil her yere hâkim.
2010 öncesi sanki hiçbir şey olmamış gibi davranan ve yetmez ama evetçilere küfrü marifet zanneden ulusalcılardan da, bugün dahi hâlâ “Evet demeyenler aptaldı” diyebilenlerden de bıkkınlık duyuyorum. Oysa gayet iyi bilirsiniz ki, iyi özeleştiri, çok yararlı bir entelektüel faaliyettir. Son derece verimli, besleyici tartışmalar çıkabilir. Mesela, Ümit Kıvanç’ın Davutoğlu’nun meşhur kitabı hakkındaki kitabı, bana kalırsa iyi bir eleştiri/özeleştiri ürünüydü. Çok önemli bir çabaydı.
Murat Belge hakkında söylediklerinize gelince. Oya Hanım, ben Murat Belge’nin çoğu kitabını, makalesini okumuş ve bir şeyler öğrenmişimdir. Çok önemli bir entelektüel olduğunun elbette farkındayım. Şu anda çalışma masamın üzerinde şiir üzerine, tartışma yaratan son kitabı duruyor. Onunla da hiç tanışmadım. Ancak siz ve son zamanlarda Belge’ye yönelik ‘linç’e haklı tepki gösterenler, halihazırdaki eleştiriyle ilgili yaşamsal bir ‘ayrıntı’yı ihmal ediyorsunuz. Haberi yapan yayın organına pek güvenmemekle birlikte, eğer o haber doğruysa, insanlar başlangıçta Belge’nin yurt dışına çıkışına değil, SAR’a, yani ‘risk altındaki akademisyenler’ için öngörülen bir fona başvurmasına tepki gösterdi. Gösterilen tepki, her zaman olduğu gibi kısa sürede ölçüsüz bir faşistliğe, kişilik katline dönüştü. Bu başka bir konu. Her şeyi bir yana bırakalım, sizce Murat Belge çapında bir akademisyen yazarın, şu dönemde öyle bir organizasyona başvurmuş olması normal mi karşılanmalı? Pek çok yere ve pek çok yolla gidebilecek önemde bir insandan söz ediyoruz. Kuşkusuz yurt dışına çıkacak ve bir üniversitede çalışacak olması, yalnızca onu ilgilendirir ve gösterilen tepkilerin hiç olmazsa bir kısmının hasetten olduğunu tahmin edebilirim. Şu anda pek çok tanışım yurt dışında çalışmak istiyor, gidenler de oldu. Bizim yasaklar kalkınca atılanlardan da çıkacaklar olacak kuşkusuz. Dolayısıyla bir akademisyenin yurt dışında bir yıl bir üniversitede çalışmak istemesine tepki gösterilmesi, herhalde buranın Türkiye oluşuyla ilgili. Ama (eğer doğruysa) SAR’a başvurması, memleketin şu halinde pek de insaflı bir yoruma izin vermiyor. Oya Hanım, atılan arkadaşlarımızdan intihar eden oldu. İş bulunamıyor. Yurt dışına çıkılamıyor. Ev kirasını ödemekte zorlanan arkadaşlarımız var. Biraz ölçü ve duyarlılık, herhalde herkese gerektir. Çok yazanlara da, az yazanlara da, yazmayanlara da…
Yeri gelmişken, kuşkusuz Murat Belge’ye yönelik her eleştiride, onun ne kadar çok kitap yazdığının hatırlatılması başka bir sorun. Eleştiri için ön koşul mudur? Ben, o kadar kitap yazmamış ancak siyasi açıdan daha doğru kararlar vermiş başka akademisyenler de tanıyorum. Murat Belge bu memleketin en önemli, renkli ve üretken aydınlarından biri kuşkusuz. Ancak bunun farkında olmak ve yılların emeğine saygıda kusur etmemek, örneğin kendisinin ne Metin Lokumcu hakkındaki, ne de yargıda Alevi örgütlenmesine/tehlikesine dikkat çektiği (!) yazılarını unutmamı sağlıyor. Ve tabii başkalarını… Ölçülü eleştiri, herkesin hak ettiği ve herkese gerekli olan değil midir?
Elinizi vicdanınıza koyun, bu yetkinlikte yazarların, aklımızla dalga geçercesine, “Biz böyle olacağını düşünmemiştik”, “Biz değil onlar değişti” düzeyinde bir şeyler söylemesi, size de biraz garip geliyor mu? Daha derinlikli bir şeyleri hak etmiyor muyuz? Malum, bir diğer kadın edebiyatçımız, o sırada popüler olan uyanık bir AYM raportörünün evine çocuklarıyla geldiğini ve kendisini ikna ettiğini vs. söyledi bir iki yıl önceki söyleşisinde. El insaf! Bu mu analiz düzeyimiz?
Tabii burada ‘yazmanın riski’ üzerine de ‘zorunlu’ bir hatırlatma yapmalıyım. Örneğin kişisel ve geniş akademik çevremde, aslında şu anda ‘liboş’ denerek lümpen ağızla aşağılanmaya çalışılan yazarların düşüncelerini paylaşan insanlar vardı yıllar içinde. En büyük şansları, yazmamaları oldu ve şu anda hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilmelerini ve eleştirilmemeyi, hiçbir şey yazmamış olmalarına borçlular!
Oya Hanım, daha fazla uzatmadan toparlayayım. Siz yaşlarda, sizin deneyiminizde ve birikiminizdeki bir insana ‘yaşam’ hakkında lafazanlık yapacak değilim. Ellisine merdiven dayamışken, hiç olmazsa şunu öğrendim ki, düz bir çizgide yol almıyoruz. Çok iniş çıkış var. Romanlarınızı, yazılarınızı düşünüyorum da, kim bilir neler yaşadınız, kimlerden etkilendiniz o satırları kaleme alırken. Ben, sizin ‘resmi’ hikâyenizi biliyorum. İnternette bulunan türden. Bir de, bizim TİP’li hocalardan dinlediğim birkaç hoş anı. Dedim ya, nefes aldığım şunca yılda, yaşamanın güzelliği yanında ne denli zahmetli olduğunu anlamış haldeyim. Hele ki Türkiye gibi güzel ve ne yazık ki çok acımasız bir toprakta. Bunca yılda çevremdeki insanlardan, hocalarımdan, 1950’lerin, 60’ların ve sonrasının akademisinden, sol düşüncenin kimi aklı başında isimlerinden ne çok insan hikayesi dinledim. İnsanın, siyah ve beyaz olmadığına dair. Adı üzerinde, insan hikâyeleri… Size, en lümpen ve rezil dille yönelen hakaretleri okuyunca, yıllardır okuduğum Oya Baydar’a bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Koca bir yaşamın ve yazdıklarınızın böylesi bir çiğliği hak etmediği düşüncesiyle ve okurunuz hüviyetiyle.
Memleketin, benim bir kısmını görüp bildiğim çok çilesini çektiğinizi, muhtelif bedeller ödediğinizi biliyorum. Şimdi sizin için, en hafifinden “Yeter artık yazmasın, bıraksın, hayatımızdan çıksın” ifadelerini sarf edenleri görüyorum. Belli ki ham maddeleri kütük bunların. Kusursuzluklarına, her zaman her şeyin ve yerin güllük gülistan olacağına iman etmiş haldeler. Çok merak ediyorum bu insanların on yıllarını, nereye savrulacaklarını, nasıl yaşlanacaklarını… Hayata ne kadar çok güveniyorlar! Yazık…
Ezcümle, düşüncelerinize katılsam da katılmasam da, yazılarınızı daha uzun yıllar okumayı dilerim. Romanlarınızı okumayı, daha çok dilerim tabii…
Ben ilk yıllarda katır kutur anayasa yazıları yazarken, bir gün Mina Urgan’ın İngiliz edebiyatı ve Virginia Woolf hakkındaki kitaplarıyla karşılaşıp çok etkilenmiş, yazı dilimi yavaş yavaş değiştirmeye başlamıştım. Haliyle Mina Urgan bunu bilemezdi! Kim bilir, hiç bilmediğiniz ve tanışmadığınız gençten birileri, yazı maceralarının bir yerinde sizi fark edecek, tanışacak; sözcüklerini ve yaşamını değiştirecek.
Oya Hanım, eleştirilerim baki. Sağlıklı, uzun ve bol yazılı bir ömür dilerim…