OSMAN KARAKÜLAH
Bryan Singer tarafından yönetilen ve 2018 vizyon takviminin son zamanlarında herkesin pür dikkat, nefes almadan beklediği film ‘Bohemian Rhapsody’ sonunda izleyiciyle buluştu. Ancak bu buluşma maalesef derin bir hayal kırıklığından öteye geçemedi. Her şeye rağmen gözleri yaşlı sinemadan çıkan izleyiciler, filmin ritmik etkisi geçince hüsran duygusunu en ağır şekilde yaşadı, yaşıyor diyebilirim. Bu hayal kırıklığını taşıyan bir izleyici olarak söyleyebilirim ki Queen maalesef bu değildi.
Defalarca izlediğimiz klişeler
Filmin klasik bir müzisyen biyografisi şeklinde örülmüş senaryosu var. Fred Mercury (Rami Malek), İngiltere doğumlu olsa da her zaman yaşadığı yere yabancılık duygusu besleyen bir göçmen ailenin çocuğu. Aynı zamanda bu aile içerisinde de güçlü bir ataerkil yapı izleyiciye direkt yansıtılıyor. Bu ataerkil, kendi kültürünü koruma çitleri içinde kalmış ailenin bir ferdi olan genç adam, babasıyla çatışıyor ve müziğin özgürleştirici dünyasında nefes almaya çabalıyor. Kendini sahnede hayal eden bu genç adam, özgüvenini kullanarak kendine yeni bir grup buluyor ve Queen’in hikayesi başlıyor.
Grup üyeleri, ilk albümlerini yapmak için ‘büyük’ riskler alıyor ve bir gecelik tuttukları stüdyoda tüm hayal güçlerini elle tutulur bir büyüye dönüştürüyor. Böylelikle menajer bulan grup gün geçtikçe Mercury’nin fikirleri etrafında gelişiyor, büyüyor.
Filmin daha sonrası ise defalarca izlenmiş klişeye dönüşüyor. Karakterler mükemmel bir başarı elde ediyor, kavga ediyor, hainliğe uğruyor, dağılıyor, barışıyor, büyük bir işe imza atıyor. Bu orijinallikten uzak yolculukta bazı noktalar, “Mercury gerçekten bu mu?” sorusunu akla getiriyor.
Senaryonun merkezinde Mercury var ama törpüleniyor
Mercury artık müzikle kendi sesini bulup özgür hissetmeye başladığı anlarda Mary’yle (Lucy Boynton) tanışıyor. Mercury bir gün çalıştığı yere ziyarete gittiğinde bir pantolon beğendiğini söylüyor Mary’ye. Mary’nin bu sahnede pantolonun bir kadın pantolonu olduğunu söylemesi ve daha sonra da “Bence fark etmemeli” diye eklemesi Mercury’nin cinsiyet duvarlarını yıkan tarzını beyaz perdede başlatıyor. Ancak bu başlangıç bir son niteliği taşıyor ve bu duruma dair başka hiçbir şey görmüyor gözlerimiz. Mercury bir anda zamanın ötesinde; cinsiyetsiz bir şekilde giyinen bir adama dönüşüyor. Sanki peri anne geliyor ve bir anda balkabağını gece 12’ye kadar dönüştürüyor, öyle temelsiz ve derinliksiz bir karakter olarak karşımızda var ediliyor Mercury.
Mercury’nin bu cinsiyet ötesi tarzı ve beden ritmi filmde bir perdenin arkasına itiliyor. Hatta bana kalırsa filmin ilk yarısında Mercury bir Teletubbies gibi cinsiyetsiz lanse ediliyor. Film, queer bir rock yıldızını tamamen cinsiyetsiz bir oyuncak bebeğe dönüştürüyor. Mercury’nin erkeklere ilgisini sadece utangaç bakışlarıyla, kadınlara ilgisini de sadece pembe dizi tarzı evlenme teklifiyle yaratan film, senaryosunun merkezindeki Mercury’yi törpülüyor ve böylelikle sivrilikten kaçacak izleyicisini kaybetmeme üzerine oyunlar kuruyor.
Queen’in durumu da pek iç açıcı değil
Queen grubunun filmde yansıtılan durumu da maalesef daha iç açıcı değil. Her müzik grubu biyografisinde olduğu gibi grup kavgalarla dağılıyor ve bu durum aile kavramına indirgeniyor. Mercury dışındaki tüm üyeler heteroseksist temelli bir aile kuruyor ve ‘olgunlaşıyor’. Ancak Mercury eşcinsel olduğu için asla aile kuramayacak bir birey olarak yansıtılıyor ve içkinin, uyuşturucunun ve seksin gölgesinde geçen bir yalnız yaşam ona uygun bulunuyor.
Bu durum gerçek hayat hikayesinin yansıması olabileceği için belki eleştiriye kapatabiliriz ancak bir diğer noktada, Mercury kendi benliğini ne zaman özgürce yaşamaya başladıysa film de o anda çökmeye başlıyor. Mercury’nin cinsel özgürlüğüyle kariyerinin bitmeye yaklaşması, arkadaşlarından kopması, giderek yalnızlaşması paralel anlatılıyor ve aynı düzlemde işleniyor. Filmde Queen, Mercury’nin özgürlüğü yüzünden dağıtılıyor ve hasta olup özgürlüğü yüzünden cezalandırılması sonucu bir araya getirtiliyor.
Film üzerine elbette daha çok şey söylenebilir. Grubun şarkılarının kronolojik bazı hatalarla izleyiciyle buluşturulması ya da hiçbir şarkının izleyiciyi süre açısından tatmin etmemesi gibi…
Tek iyi bir şey olarak şunu eklemeliyim ki Malek elinden gelen her şeyi veriyor Mercury’yi beyaz perdede var edebilmek için. Ancak temeli olmayan bir biyografi senaryosunda bu çaba koca bir hiçliğe dönüşüyor. Filmin son sekansı ‘Live Aid’ konseri de izleyicinin çenesini uyuşturan bir haz yaratıyor ama bu haz filmin başarısından değil Queen’in o günkü performansından kaynaklanıyor.