MURAT SEVİNÇ
“Her şerde bir hayır vardır” derler. Uzun süredir yaşadığımız felaketlerin üzerine tüy diken 15 Temmuz zorbalığının ülke ve yurttaş için doğuracağı sonuçlar zamanla belirginleşecek. Göz gözü görmeyen şu toz bulutunda ne olup bittiğini hakkıyla kavramak güç. Her kafadan bir ses çıkarken, Anayasaya aykırılıklarla dolu KHK’ler düzeni dolu dizgin sürerken, TV’ler acınası haldeki muhterislerin ‘günah çıkarma’ kabinine dönüşmüşken…
Şimdilik hiç olmazsa, ‘darbenin’ neye benzediği ve kimin hangi tepkiyi verdiği görülmüş oldu ki, önemli bir şey bu.
CHP’nin eli güçlenmiş görünüyor. Genel başkanının tutarsızlıklarına rağmen! Hem laiklik savunusu yapan bir parti olarak alnı secdeden kalkmayanların neden oldukları rezaletlerin sorumlusu olmadığı, hem de “Bu CHP darbecidir” propagandasını boşa düşürdüğü için. “HDP olmazsa gelmem” demeyi başarabilseydi keşke. Ama o zaman ‘tam’ doğru bir iş yapmış olurdu ki, bu da CHP’ye yakışmazdı!
Darbenin ‘neye benzediğinin’ deneyimlenmesi, sanırım Gezicilerin lehine oldu. Şortlu ve sırt çantalı gençlerin tepkisi biçiminde başlayıp yurt çapında milyonlarca yurttaşın katılımıyla kitlesel bir ‘olguya’ dönüşen hareketi ‘darbe’ olarak tanımlayanların hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Tabii yanlış anlaşılmasın, bunu dillendirmeyi sürdürecek olanlar var kuşkusuz. Nihayetinde Kabataş fantezisi gibi bir saçmalığı türetip aylarca kullanabilen zihniyetten söz ediyoruz. Buna mukabil artık herhalde birileri de çıkıp “Darbenin aslını gördük, Gezi’ye hiç benzemiyordu” diyecektir. Her neyse, yaşayıp göreceğiz…
Önceki Gezi yazılarında asıl olarak, kaçınılmaz biçimde dönüşecek temsil ilişkilerine vurgu yapmış, özetle şu gerçeğin altını çizmeye çalışmıştım: Eskiden bizim adımıza bir yerlerde toplanan ve taleplerimizi dillendiren (ya da öyle yaptıkları varsayılan) insanlara ihtiyacımız vardı. Toplandıkları yerin adı parlamento, yaptıkları işin adı temsil idi. Oysa günümüzün sunduğu teknolojik olanaklar ile buna gerek kalmadı. Benim artık temsilciye ihtiyacım yok. Sizin de yok. Taleplerimizi istediğimiz zaman, istediğimiz yerde ve istediğimiz sözcüklerle, istediğimiz insanlara ulaştırabiliyoruz. Hâl böyleyken klasik ilişkiler kestiremediğimiz bir süre daha, sürekli sorun çıkararak devam edip sona erecek. Evet, söylemek istediğim böyle bir şeydi…
Bu ne demek? Örneğin şu anda üç dört milyon takipçisi olan sanatçılar, yazalar mı daha etkili, yoksa İstanbul vekilleri mi? Sizce ne işe yarıyorlar? Ya da şöyle soralım: Sizin hangi sorununuza ‘vekaletleri sayesinde’ derman olabilirler? Neden kamusal sorunları, sosyal medya üzerinden oylamayalım? Bir engel geliyor mu aklınıza? Şimdi Cem Yılmaz’ın sosyal medya hesabına baktım. 11.6 milyon takipçisi var. Türkiye’deki tüm siyasetçilerden daha fazla yurttaş tarafından izleniyor. Demek ki yazdığı her bir sözcük, nüfusun yaklaşık sekizde biri tarafından okunuyor. Yani sanatçı, bir soru yöneltip kamuoyu eğilimini öğrenmek istese, üç beş saatte 550 vekil ya da herhangi bir anket şirketinden çok daha doğru sonuçlara ulaşacak. Böyle çok örnek var…
Ancak söz ettiğim yalnızca bir ‘oylama’ değil tabii. Oylama, adını ister ‘milli irade’ ister ‘genel oy’ koyun, büyük bir aldatmacaya dönüşebilir. Yani ‘sandık,’ tek başına bir katılım aracı değil. Bunu ben değil, demokrasi tarihi söylüyor. Genel oy ile düzen değişir mi? Örneği yok. Çünkü Marx’ın dediği gibi, “Toplumun egemen düşüncesi, egemen sınıfın düşüncesidir.” İnsanları, içinde yaşadıkları, var oldukları koşulların ürünü ve koşulları belirleyen, egemen sınıf…
Örneğin şu anda Türkiye’de ya da başka bir kapitalist düzende, yaşamı her açıdan çekilmez hale getiren mülkiyet ilişkilerini sorgulamaya kalktığınızda, ortalama insanın dudağı uçaklar değil mi? O özel mülkiyet, mutsuzluğunun başat kaynağı olmasına karşın. İlk tepkiler, kuşkusuz en yabanisi olur: “Ne yani arabam, evim olmayacak mı?” Haklı çünkü, o ev ve arabanın var olduğu bir yaşam biçimi üzerine temellendirilmiş tüm dünyası. Uzatmayayım, sonuçta hiçbirimiz nefes aldığımız dünyadan ayrı düşünemeyiz. Ya da, ne biliyorsak, bize ne öğretildiyse o kadar eyleriz…
Ancak, eğer bir değişim olacaksa da bizler, yani insan sayesinde olacak. Tarihsel bazı çizgiler var kuşkusuz ama insansız bir tarih yok. Malum, kaderciliğin en vahim yanı, insan iradesine asgari önem atfetmek. Oysa yurttaş vergi vermezse düzen sürmez, hiç kimse askere gitmezse ordu olmaz vs. Sevgili Hocam, ‘dil’ için söylemiş ve yazmıştı zamanında: Çok özetle, “Serbestçe, kendiliğinden gelişen dil yok, sen hangi sözcükleri tercih edersen o yerleşir. Eskiden cankurtaran deniliyordu, şimdi ambulans oldu. Bunun kendiliğinden gelişmeyle ne ilgisi var?” Çok doğru değil mi? Her ne yaşıyorsak, bizlerin, insanın katkısıyla sürüyor. Kuşkusuz şunu hiç unutmadan: Belli koşulların ürünü olan insanın…
Dolayısıyla herkes, insan faktörünü küçümsemeden hareket etmek zorunda. Bu zorunluluk, yaşamımızı kavrayan bir ‘sistem’ olduğu gerçeğini görmemize engel değil. İkisi aynı anda. İsveç’te doğup büyümüş 30 yaşındaki birinin idam cezasına karşı olma ihtimali, aynı zaman diliminde Türkiye’de doğup büyümüş 30 yaşındaki yurttaştan çok daha yüksek. Buna mukabil, Türkiye’de eline bayrak alıp “İdam isteriz” diye haykıran insan, deli ya da canavar olduğundan yapmıyor ki bunu. Üstelik o yurttaşın toprağında, belki de hemen bir sokak ötesinde oturan bir başkası, insan hakları çalışıyor, dünyadan haberdar, yabancı dostlarıyla sohbet ediyor vs. Arada yalnızca bir sokak var…
Sandık/genel oy, tek başına değersiz ve hatta zaman zaman çok tehlikeli derken anlatmak istediğim, ‘namuslu bilimsel bilgiden mahrum’ kullanılacak oyların, yaşamı katlanılmaz hale getirme olasılığı. Katılım bu nedenle çok önemli. Ancak buradaki ‘katılımdan’ kastım, artık örneğin Sovyet modelindeki ve hatta federal yapılardaki türden bir katılım da değil. Bunlar mümkün tabii. Yani, şuralar/kurallar yoluyla kararlar alıp aşağıdan yukarıya bir mekanizma oluşturmak ya da federal sistemlerde olduğu gibi, bazı temel konularda yerel birimlerin tek karar verici olmasını sağlamak.
Ancak sonuçta bu düzeyler arasında da bir ‘hiyerarşi’ var. Oysa Gezi benzeri yönetim talepleri, hiyerarşiyi dışlıyor. Reddediyor. Hiyerarşiyi reddeden kitleler, ortak yaşam için gerekli kararları nasıl alacak? İşte bütün mesele bu. İletişim teknolojisinin sunduğu fırsatlar, bu sorulara yanıt olabilir; muhtemelen olacak. Burada unutulmaması gereken, böylesi bir katılım mantığı açısından ‘doğru’ bilgilendirmenin yaşamsal önemi. Bunları bir sonraki yazıda tartışmaya çalışacağım…
Yazının başlığına gelince. Ben genellikle lafı gereğinden çok uzatıp yazıyı okunmaz hale getirmeyi başardığım için, bu kez kısa kesip bir iki gün sonra devam edeceğim. Şu kadarını söyleyerek: AKP kitlesi Gezici oldu mu olmadı mı, tartışılır. Belli açılardan kesinlikle olmadı. Belli açılardan benzer. Buna mukabil, meydanlara çıkmalarını çok ama çok önemsiyorum. Kuşkusuz davetle, kuşkusuz yönlendirmeyle, kuşkusuz zahmetsizce, kuşkusuz çoğu anti demokratik (idam vs.) taleplerle… Hepsi kabul. Ama sokağa çıkmaları, meydanları doldurmaları iyi bir şey. Değil mi ki her birimiz ‘sosyal varlıklarız’ ve bizleri diğer canlılardan ayıran temel niteliğimiz bu… Meydanları doldurmak, çoğulculuk açısından bulunmaz bir nimet. Şöyle soralım: Muhafazakar kesim nasıl sosyalleşecek? Meydanlarda hak talep etmeyi, hangi yolla öğrenecek? “Efendim iyi hoş da bakınız tekbir getirenler…” Eh adamın bildiği o, başka ne getirsin?
Sonraki yazı, meydanlardaki kitleler ve benim bu yazılardaki ‘tutarsızlıklarım’ üzerine tartışarak devam edecek…
Söyleşi önerisi: Gelecek yazıda yararlanacağım zihin açıcı bir metni şimdiden öneriyorum. Prof. Cem Eroğul’un Şubat 2015’te Birgün’de yayımlanan söyleşisi.
Film önerisi: Cezalandırma/jüri sistemine ilişkin insanın önünde kapılar açan, Sidney Lumet’nin bir büyük yapıtı. 1957 yapımı, ’12 Angry Men’ (12 Öfkeli Adam). İzlemeyen genç arkadaşlarımın çok etkileneceğinden ve kafalarının karışacağından eminim. Şu hayatta kafamız ne kadar karışsa, o kadar iyi! Film internette var, rahatlıkla bulunabilir…