ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
zeynep.guvenunlu@gmail.com
Ümit Ünal’ın son filmi ‘Aşk, Büyü, vs.’ çekildikten iki sene sonra, nihayet online sinema platformu MUBI’de seyirciyle buluştu. Son bir buçuk yıldır İskoçya’nın Glasgow şehrinde yaşayan yönetmenle, iki kadın arasındaki aşkı, toplumda kabul görmeyen eşcinsel aşktan bile daha yıkıcı olabilen sınıfsal farkları, sinema salonlarının geleceğini, kayıp oğlunu bulmak için Glasgow’a giden ‘Bayan Kara’yı ve bu ay çıkan çocuk kitabı ‘Ada ile Böcü’yü konuştuk.
Aşk diyorsunuz, büyü diyorsunuz, sonra bunlar hiç önemli değilmiş gibi sonuna bir ‘vesaire’ ekliyorsunuz. Filmin adını nasıl koydunuz?
90’larda reklam ajansında çalışırken bir saç jölesi reklamı yazmıştım. Sloganı, ‘Gençlik, güzellik vesaire’ idi. Orada da çok umursamaz, her biri kendine özgü genç karakterler vardı. Hatta Kristal Elma ödülünü almıştık. Oradaki o söz oyunu hoşuma gitmişti, bir şekilde aklımda kalmış. Bu filmde onu kendimden çalarak bir kere daha kullanmak istedim açıkçası. Filmin içinde eksantrik bir karakter var, “Aşk, büyü, vesaire… bunlar bana çok uzak şeyler” diyor. Filmin adı böyle çıktı.
Her filmime mizah koymayı seviyorum diyorsunuz, bu sefer filmin adından başlamış mizah.
Bütününde de var. Ben en ciddi, en acıklı sahnelerde bile seyirciyi bir yerden gülümsetecek saçma bir söz, diyalogda bir tuhaflık koymayı seviyorum. Gerçek hayatta da öyle biraz. Acıklı, ciddi durumlarla absürt anlar bir arada olabiliyor. Hayata bakışım da biraz öyle. Böyle çok ciddi ciddi konuşmayı hiçbir zaman beceremiyorum. İlla ki her lafa arasına bir espri koymayı seviyorum. Filmlerim de öyle.
Zaten çok ciddi olunca otomatikman komik oluyor.
Doğru, öyle. Ama mizahı kastetmiyorum, mizahçı değilim zaten. Seyirciyi mizahla avucunuzda tutmak, güldürmek ve bir komedi filmi yapmak çok zordur. Benim filmlerde mizah bir unsur olarak var. Bu da genellikle kara bir mizah oluyor.
Filmlerinizde fal, büyü ve başka metafizik motifler de hep oluyor.
Her yerde söylüyorum, benim hiç batıl inancım yok. Büyü, fal, metafizik meraklarım da yok. Bu ögeleri seyircinin gerçeklik duygusunu da bir parça sorgulayabilmek için kullanıyorum. Birkaç yerde anlattım, filmin bir Instagram hesabı var, oraya aşk büyüsü yaptırmak isteyen birisi başvurdu. Twitter’da da aşk büyüsü yapan kadın gerçek mi, 500 liraya yapıyorsa ben de gideyim yaptırayım diye sormuş biri. Paranızı kaptırmayın, büyü filan diye bir şey yok yazacaktım ama utandım yazmadım.
Bir söyleşinizde, “Gerçekliğini sorgulayabileceğimiz bir aşk hikayesi çekmek istedim” diyorsunuz. Biraz açar mısınız bunu?
Filmi izlemeyenlere spoiler vermemeye çalışarak şöyle anlatayım. Ana karakterlerden Eren, 20 yıl sonra ilk aşkına geri dönüyor ve bir noktada şu soru beliriyor. Acaba Eren gerçekten hala aşık mı, yoksa yıllar önce yapılan bir aşk büyüsü yüzünden mi geldi? Bunu sordurmak istedim.
Bana sorarsanız tamamen aşk yüzünden geldi. Büyüye inanmadığım için ben gerçekten aşık olduğunu düşünüyorum. Çünkü öyle hikayeler biliyorum. Çok gençliğinde yaşadıkları aşkı unutamayan ve onlara dönen insanlar tanıyorum. Dolayısıyla bunun çok mümkün olduğunu biliyorum yani.
Orada aynı zamanda aşkın ne kadar gerçek olduğunu da soruyoruz. Büyü gerçek değil diyorum ama bir yandan da acaba aşk ne kadar gerçek? O da sonuçta bir teoriden, kafamızdaki bir inanıştan ibaret.
Aşkın gerçek olanını ya da olmayanını nasıl anlarız?
Belki kendi hayatımızdan örnek verebileceğimiz bir şeydir. Hani bazı ilişkiler insanın hayatında zorla yürür, devamlı sorularla ilerler. Acaba öyle, mi böyle mi…? Ama bazı ilişkilerde her şey kendiliğinden oluverir. Bence gerçek aşk o. Acaba beni seviyor mu diye sormaya gerek kalmıyor. Tanımlamaya da gerek kalmıyor. Aşka inanıyor musun, inanmıyor musun demek de gerekmiyor. Somut bir şey yaşıyorsun zaten. Ama bunlar olmadığı zaman veya tam aşk olmayan bir ilişki yaşadığı zaman insan ister istemez böyle sorularla uğraşıyor.
Neden iki kadın arasındaki aşkı anlatmak istediniz?
‘Teyzem’den beri düşünürsek kadın karakterleri daha iyi yazıyorum. Kadın karakterler hayal etmek bana daha kolay geliyor. Açıkçası, özellikle ülkemizin erkek dünyasını çok iyi bilmiyorum. Erkek karakterleri konuşturmayı, onların konularını sohbetlerini… Tabii ki çok maço karakterler de yazdım, ama kadın karakterleri çok daha özdeşleşerek yazıyorum, kadın karakterileri kendime bir şekilde daha yakın buluyorum. Edebiyat da kadın karakterleri daha çok yazan büyük yazarlarla dolu. Flaubert, “Madam Bovary benim” demiş mesela. Ben de bir parça öyle görüyorum.
Burada ben iki kadın yazdığımı illa altını çizerek düşünmedim yani. Kendim aşka dair görüşlerimi düşündüm, onları anlattım. Bence şimdi bir kadın karakter yazıyorum, onun acaba dili nasıldır diye düşünmeye başladığınız zaman biraz dışarıdan bir bakış geliştiriyorsunuz.
Bu erkek karakterler için de geçerli. Onları yazarken de kendi karakterimin bir tarafını yazıyorum. Her karakterde biraz kendimizi yazıyoruz aslında.
‘Aşk, Büyü vs.’de cinsel yönelimin altını çizmiyorsunuz ama sınıf farkının altını çiziyorsunuz. Sınıf meselesini özellikle mi önemsiyorsunuz?
O da yine bütün işlerimde var denebilir. Senaryolarımda da bulunabilir izleri. Ben bizim kuşağın yetişme tarzıyla, solcu bir anne babanın çocuğuyum, öğretmenlerim de genellikle solcuydu. Dünyaya bakışım böyle şekillendi. Bunun dışında bakamıyorum zaten. En özel en kişisel meseleleri anlatırken bile içinde bir takım sınıfsal meselelerin olması kaçınılmaz. Bunu da altını çizerek sadece bunu anlatmak için yapmıyorum. Doğal bir şekilde bir parçası oluyor her zaman. Bakış açım böyle geliştiği için.
Her şey yeniden tanımlanıyor, değişiyor, bu sınıflara da yansıyor. Eğitimli işsiz sınıf, güvencesiz fikir ve zihin işçilerinin oluşturduğu prekarya sınıfı, patronları kadar iyi yaşayan beyaz yakalı elitler… Bu yeni sınıflarla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Zaten sınıfsal çatışmalar deyince yüzyıl önceki kavramlarla ya da sadece kitaptan alıntılarla konuşmamak lazım. Her ülkenin sınıfsal özellikleri, hem ülkeden ülkeye hem de zamanla çok değişiyor.
Türkiye’de 50 sene önceki sınıfsal ayrımlarla bugünkü sınıfsal ayrımlar bambaşka. Aynı işçi sınıfından, aynı hakim ideolojiden bahsetmeye imkan yok. Yirmi sene içinde Türkiye bambaşka bir ülke oldu. Ülkeye göre zamana göre değerlendirmek lazım.
Filmle bütün ödülleri aldınız ama pandemi yüzünden beyazperdede gösteremediniz. Bir yönetmen olarak filminizin beyazperdede değil beyazcamda izlenmesine razı mısınız?
Salonlar pandemi yüzünden şu an zaten kapalı ama açılsa da seyirci dönecek mi belli değil. Film de durduğu yerde eskiyen bir şey sonuçta. 2019 yapımı diye görünüyor her yerde. Ama iki yıldır festival hariciden hiçbir yerde gösterilmedi. Biz de MUBI’de göstermenin en doğrusu olduğuna inandık.
Her yönetmen eminim kafasında beyazperde hayaliyle film yapar. Çünkü perdede seyirciyle baş başasınız. Oraya gelen seyirci karanlıkta oturuyor ve size teslim oluyor. Bir hikaye anlatıcının rüyasıdır bu.
Sinema salonu kültürünün ölmesine üzülüyor insan ama bu maalesef bütün dünyada böyle. ABD gibi büyük bir pazarda bile seyircinin büyük bir çoğunluğu online platformları tercih ediyor. Sinema salonları ortadan tamamen kalkmayacak ama zaman içinde “Büyük perde dışında asla film seyretmem” diyen seçkin bir gruba seslenecek. Kitle sanatı olmaktan çıkıp bir niş alan olacak. Genç bir çocuk sevgilisini alıp vakit geçirmek için sinemaya pek gitmeyecek artık, sinemaya özel olarak gidilecek. Sinema kendi başına bir deneyim olacak. Biraz tiyatro gibi belki.
Ama sinema ölmeyecek tabii ki. İnsanların hareketli görüntülerle hikaye izleme gibi bir ihtiyacı var. Biz yine işimizi yapacağız yani ama seyirciyle buluştuğumuz yer değişecek. Aslında değişti bile. Filmlerin çoğu pandemiden önce de salonlarda izlenmiyordu. Ülkede öyle bir ekonomik sıkıntı var ki. İnsanlar Twitter’a yazıyorlar, MUBI’nin aylık ücreti öğrenciler için 15 lira gibi bir şey galiba ama o parayı veremeyecek olan veya “Bu filmi çok merak ediyorum ne zaman korsana düşecek” diyen insanlar var. Böyle bir ülkede salonların geleceği biraz lüks bir tartışma oluyor. Acıklı bir şey.
Uzunca bir süredir Glasgow’dasınız? Ne yapıyorsunuz orada?
2020’nin ocak ayında, burada üniversitede hoca olan bir arkadaşımın davetiyle geldim. Biraz kafa dinlemek için, biraz burada kalabilir miyim, geleceğe dönük bir şey olur mu diye bakmak için. Ders verme fikri vardı fakat yüz yüze dersler kalktığı için olamadı. Glasgow’a gelmeden, burayı hiç bilmiyorken, burada geçen bir hikaye hayal etmiştim, onu yazdım. Bu arada büyük bir şans eseri İngiliz bir kadın yapımcıyla tanıştım. Hikayeyi çok beğendi, senaryoyu bekledi, onu da çok beğendi. Burada fonlara başvurduk. Eğer alabilirsek o filmi yapacağım burada. Şimdilik en büyük hayalim bu. Bir ayağım hep İstanbul’da olacak diye düşünüyordum. O olamadı, hiç gelemedim. İlk başta uçuşlar iptal edildi, şimdi uçuş var ama Türkiye kırmızı listede olduğu için, dönüşte otel karantinasında kalıp devlete 20 bin lira filan para vermek gerekiyor. Bu yaz gelmeyi çok istiyordum aslında ama maalesef gelemiyorum. Şu an Türkiye ile tek bağlantım zoom.
Bu çekmek istediğiniz filmin hikayesini biraz anlatır mısınız?
Glasgow’a gelen bir Türk kadın, soyadı Kara. ‘Mrs. Kara goes to Glasgow’ diye bir hikaye. Oğlu burada üniversitede okurken annesiyle ilişkisi kopuyor. Araya bir de bu salgın girince hepten ortadan kayboluyor. Onun sonrasında Mrs. Kara Glasgow’a geliyor ve her yerde oğlunu arıyor. Böyle bir hikaye. Hafif bir gerilim tonu var, gerçeküstü tarafları var, diğer bütün filmlerimde olduğu gibi. İlginç bir hikaye oldu, çok seviyorum yani. Umarım yapabiliriz.
İngilizce mi?
İngilizce yazdım evet. Kadın İngilizce öğretmeni ve çok iyi İngilizce konuşuyor. İçinde çok az Türkçe de var ama Glasgow’da, polislerle, gittiği her yerde İngilizce konuşuyor.
Daha önce İngilizce yazmış mıydınız?
‘Sofra Sırları’nın ilk versiyonu Londra’da geçiyordu, onu da İngilizce yazmıştım. Benim bir İngiltere geçmişim de var. Eski eşim İngilizdi. Buraya gidip gelmeye, burada yaşama çalışma dönemim var. 2005’te ‘Sofra Sırları’nı ‘Sultan Mutfakta’ adıyla yazmıştım. Bir İngiliz yapımcıyla yapmaya çalıştık uzun bir süre. Olmamıştı.
Başka nelerle uğraşıyorsunuz?
Türkiye için başka işler de yaptım aslında. Bir mini dizi projesi geliştirdim. Yapım şirketiyle bir dizinin genel hikayesi için çalıştım. Yazı ekibinde değilim ama iskeletin kurulmasında yer aldım. 2018’de yayınlanan bir romanım var, ‘Bana Göre Kıyamet.’ Onu mini dizi yapmak üzere bir proje dosyası haline getirdim. Bir tane çocuk kitabı yaptım, Doğan Egmont’dan bu ay çıkacak. Kendim çizdim ve yazdım. Ay sonuna doğru çıkacak. Sinemadan çok farklı tabii ama çok severek yaptım.
Neden çocuk kitabı yapmak istediniz?
Ben de çocuk büyüttüm. Kızlarıma çocuk kitabı okumayı çok seviyordum. Burada çocuk kitabı inanılmaz bir endüstri. Gerçekten çok yaratıcı, çok güzel çocuk kitapları var. Kendi çocukluğumdan da unutamadığım kitaplar var. Orası başka bir dünya, oraya da girip bakmak istedim açıkçası.