
MURAT SEVİNÇ
Ekrem İmamoğlu’nun önce diploması iptal edildi, ardından tutuklandı. İktidarın hiç hesap etmediği bir halk tepkisi doğdu. O tepki sonucunda, nihayetinde kendi sonunun da yaklaşmakta olduğunu gören CHP ‘normalleşme’ adı verdiği ne idüğü belirsiz siyaseti terk etti. Her şerde bir hayır varmış!
Son haftalarda yeni, umut verici bir yol tutturmuşa benziyor CHP’liler. Bir kez daha siyaset yapmaya başladılar, halkı hatırladılar; bir başka söyleyişle, halk kendisini cümle siyasetçiye hatırlattı. Nicedir, Batı’daki eğilimle de uyumlu biçimde, iktidarıyla muhalefetiyle halksız bir demokrasi oyunu sahneliyorlardı.
Yeni sürecin en ilginç yanlarından biri, memleket sağının onlarca yıldır başat sloganı olan ‘milli iradeciliğin’ taraf ve anlam değiştirme ihtimali. ‘İhtimal’ diyorum, zira yakın tarihe biçim veren bir dünya görüşünün hızla el ve içerik değiştirmesi kolay değil. İktidar olup sınanmak gerekiyor belki de. Buna mukabil, 1950’de “Yeter, söz milletindir” diyerek hükümet olan ve o gün bugündür üç-beş yıl haricinde hep iktidarda kalan Türkiye sağının şu anki temsilcisi konumundaki Türk-İslamcı iktidar bloku, artık daha ziyade müesses nizamı, iktidara gelme sürecinde mücadele ettiği kurum ve değerleri temsil ediyor.
1950’de iktidarı DP’ye teslim eden CHP ise, 2025’te, o DP’nin sloganını sahiplendi. Bu durumun CHP bakımından bir zafer olup olmadığını zaman gösterecek, ancak iktidar bakımından yenilgi olduğuna kuşku yok. İktidar, sağın yaklaşık 70 yıldır yinelediği bir düşünceyi, sloganı ve dilediğince yoğurduğu bir argümanı CHP’ye kaptırmış görünüyor. Hâlihazırda, tüm organlarıyla devasa bir devlet gücünün karşısında milyonluk mitingler yapan, ‘millet’ ve ‘seçim’ sözcüklerini ağzından düşürmeyen, doğrudan milleti muhatap alan, ona seslenen bir muhalefet, bir CHP söz konusu.
Milli iradenin temsilini, bu sloganı sahiplenmek iyi bir şey midir? Kavramı nasıl yorumladığınıza bağlı ve işte burada işin içine içerikteki değişim giriyor. Çünkü biri de çıkar ve “CHP’nin milli iradeciliğe sarılması partinin sağa kaydığını gösterir” diyebilir ki çok da yabana atılamaz bir iddia olur. Öyle ya, ‘halkçı Ecevit’ten, ‘milletçi CHP ve İmamoğlu’na. ‘Milli irade’ görüşünün nasıl algılandığı ve sahiplenildiği, dile getiriliş amacı bu nedenle önemli. Kişisel olarak, güncel ‘millet’ vurgusunun şu haliyle ‘sağ’ bir yorum olmadığı kanısındayım. Nitekim, 1950’deki de değildi; sorun, asıl olarak 1960’larda ve bana kalırsa milli iradenin önce Bayar’ın, sonrasında AP’lilerin dillerine pelesenk ettiği halidir.
1960’lar ve 70’lerde genel olarak aydınlar, özellikle sol aydınlar arasındaki, devrim tartışmaları, Osmanlı-Cumhuriyet değerlendirmeleri ve bürokrasi yorumları ‘milli iradeciliğin’ kavranmasında önemli. Yani, yalnızca sağcı-muhafazakâr yazarların değil, örneğin sol Kemalistlerin; Aybar, Boran, Divitçioğlu, Küçükömer gibi sol-sosyalist düşünürlerin bürokrasi çözümlemelerine bakmak gerekir. Sağ jargonla ilişkili olumsuz bir anlam yüklenen ‘milli iradecilik’le kasıt, her ne kadar salt bürokrasi eleştirisinden ibaret olmasa da bu zümrenin şiddetli eleştirisini de içeren bir bürokrasiye ve 1961 Anayasası ile anayasacılığımıza giren özerk kurumlar ile AYM’ye yönelik antipati.
Özellikle bürokrasi karşıtlığı milli iradeciliğin alametlerinden. Bürokrasi üzerine kitabı da olan Tercüman yazarı Ahmet Kabaklı’nın ‘hâkim sınıf’ olarak tanımladığı bürokrasiyi, pek çok olumsuz niteliği barındıran ve kibriyle, taklitçiliğiyle ‘halkı ezen’, halkla ‘kavgalı’ bir zümre olarak tanımlaması milli iradeciliğin en açıklayıcı yorumlarındandır. Diyeceğim, milli iradecilik her şeyden önce bürokrasi ve özerk kurumlar karşıtlığı üzerine inşa edilmişti. Hal böyleyken, anayasalar arasından 1961 Anayasası’nı hedef almıştı.
1960’lardan miras, sağ-merkez sağ milli iradeciliğinin baş mimarı Celal Bayar’dır. Bayar, gazeteci İsmet Bozdağ’la yaptığı meşhur söyleşisinde (‘Başvekilim Adnan Menderes’) Türkiye sağı üzerinde hayli etkili olacak bir ‘milli irade’ çözümlemesi yapar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e gelerek. Bayar’ın değerlendirmesi, 1954 seçimlerinden sonra DP’nin seçtiği yolu meşrulaştıran bir yorumdur kuşkusuz. Söz konusu yoruma 1924 Anayasası’nın egemenlik tanımı da yardım etmiştir. Özetle: Egemenlik kayıt ve şart altına alınamaz, egemenlik yalnızca mecliste temsil edilir, ben meclisteki sandalyelerin çoğunluğuna sahibim, demek ki egemen benim ve kayıt/şart altına alınamam! ‘Çoğunlukçu’ bir yorumdur bu. Batılı terminolojiyle ‘Bonapartist’ bir eğilimin dışa vurumu. Bu görüş, en kaba tanımıyla sandık sonucunu demokrasinin ‘her şey‘i kabul eder. Oysa seçim yalnızca kimin yöneteceğine karar verir, seçilenin nasıl yöneteceği ise anayasa, yasalar ve teamüllerle belirlenir.
Bayar’a dönelim… Bayar’a (ve DP’lilere) göre, ‘ordu-medrese’ tabandan gelen yönetimin temsilcileridir, Osmanlı’da onlara biat etmeyen tahta çıkamaz. Bayar, bu iki zümrenin yönetimdeki yerini ‘müntehib-i sani’ kavramıyla anlatır, yani, ‘ikinci seçmenler.’ Mustafa Kemal bunu gördüğü içindir ki 1924 Anayasası ‘ordu ve aydın’ı devlet ortaklığından çıkarmış, onların gücünü seçimlerdeki ‘ikinci seçiciler’e kaydırmıştır. Bayar’a göre Atatürk bu şekilde, “Devleti, en kısa yoldan halka götürmüştür.” Milli iradeden ne anladığını, adını anmadan şöyle tanımlıyor Bayar: “Devlet ağacını ‘Kayıtsız Şartsız Millet hakimiyeti’ ile aşılayan ve bunun kullanılmasını Türkiye Büyük Millet Meclisine veren Atatürk’tür. Biz bu görüşe inandık ve tatbikatçılığını yaptık. Bazı noktaları yanlış düşünmüş, bazı noktaları yanlış uygulamış olmamızı da elbette mümkün sayarım…”
Bayar milli irade anlayışını 1924 Anayasası’nın egemenlik tanımına, hükümet tercihine dayandırıyor. Burada dile getirdiği, ‘bazı noktaları yanlış düşünmüş ve uygulamış’ olmaları ihtimali ise zurnanın zırt dediği yer. 1950’lerde yaşanan çatışmanın, burjuvazinin farklı tabakalarını temsil eden iki partinin birbirine girmesinin başlıca nedeni, o ‘yanlış anlama ve uygulamalar’dır. Meclis çoğunluğunun her şeyi yapabileceği ve o çoğunluğun ‘kayıt ve şart’ altına alınamayacağına yönelik inanç, 1950’lerin ortasından itibaren ülkeyi muhalefet için nefes alamaz hale getirdi.
İşte 1961 Anayasası’nın bazı hükümleri, benzer bir iktidar-meclis çoğunluğu baskısını hiç olmazsa ‘kurumsal’ düzeyde önleme çabasından kaynaklanmıştır. Egemenlik tanımının değiştirilmesi, iki kanatlı meclis, AYM, yargı bağımsızlığını sağlamaya dönük düzenlemeler, özerk kurumlar, partilerin güvence altına alınması vb. Türkiye sağının 1960’ların sonundan itibaren (Anayasa’nın ilk yıllarında uyum çabası vardı) bu kurumlarla derdi vardır ve Bayar’ın ‘millet egemenliğinin kullanılışına yeni ortaklar getirildiği’ yönündeki eleştirisi, 1950’lerdeki CHP eleştirisinin devamı niteliğindedir bir bakıma. Bayarcı iddiayla, 1924 Anayasası’nda dışarıda bırakılan ‘ordu-medrese’ ortaklığının 1961’le yeniden hâkim oluşuna bir tepki. 1961 Anayasasını toptan reddetmez Bayar, eleştirisinin merkezinde söz konusu ‘ortaklığın’ kurumları (AYM, ordu, üniversite, TRT vs.) vardır.
1960’ların sonundan itibaren ‘bu anayasayla ülke yönetilemeyeceği’, ‘özgürlüklerin bol geldiği’ nevi eleştirilerin sık işitildiğine ve AP’nin 1969 seçimlerine giderken bir ‘anayasa ıslahatı’ talep edişine tanık oluyoruz. Anayasadan şikâyet ile ülke ve dünya koşullarındaki değişim arasında bir bağ var kuşkusuz. Örneğin, Demirel her ne kadar 12 Mart’ta ‘şapkasını alıp gitmiş’ olsa da o birkaç yılda anayasada yapılan değişikliklerin çoğu AP’nin talep ettiği yönde ve 1982 Anayasası’nın provası niteliğindeydi. Aynı yıllarda Bayar da eleştirilerini artırmış, anayasanın ‘otorite namına bir şey bırakmadığından’, ‘özgürlük azgınlığı‘ndan’, ‘grevin yasal bir zorbalık olduğu‘ndan söz etmeye başlamıştır. Bunların, dönemin büyük sermayesinin şikâyetleriyle dikkat çekici biçimde benzeştiğini hatırlatmakta yarar var.
1950’lerdeki tartışmalardan günümüze miras kalan milli iradecilik, demokrasiyi büyük ölçüde sandığa indirgeyen bir slogandı, dünya görüşüydü. AKP de ilk günden beri milli irade kavramına başvurdu. Hatırlayalım, AKP 2002’de yüzde 35 oy oranıyla tek başına iktidara gelmişti ve bunun nedeni, yüzde 10 seçim barajı nedeniyle ‘geçerli oylar‘ın yaklaşık yüzde 45’inin çöpe gitmesiydi. Bir başka söyleyişle, AKP, kullanılan oyların ancak yarısının geçerli olabildiği bir seçimde tek başına iktidara geldi (Demek ki ideolojik kılıf olarak milli iradeciliği bir yana koyarsak, aslında milli iradenin nasıl tecelli edeceği, eninde sonunda seçim yasasında yapılacak bir rakam değişikliği ile belirlenir).
Demirel’den söz etmeden olmaz, ancak daha fazla uzatmayayım, konuya devam etme niyetindeyim.
Şimdilik şu kadarını söylemek yeterli olur: DP’nin ve sonrasında azalarak da olsa AP’nin demokrasiyle sandığı özdeşleştiren ‘çoğunlukçu’ milli irade anlayışı, 2025 Türkiyesi’nde CHP’nin söyleminde içerik değiştiriyor. Hâlihazırdaki muhalefet sürekli millete vurgu yaparken yasa karşısında eşitlikten, özgürlükten, baskıya karşı koymaktan, adaletin tesis edilmesinden dem vuruyor ve milli iradeyle katılımcı demokrasiyi yakınlaştırıyor.
Hayırlısı diyelim…
Bir gazete hikâyesi: BirGün Gazetesi’nin ‘Bir Düş’ adlı belgeselini buraya bırakıyorum. BirGün’e uzun ömür dilerim.